7 Eki 2010

İSTANBUL MARTISI OLMAK

İSTANBUL MARTISI OLMAK




“Martılar ki sokak çocuklarıdır denizin” der Can Yücel.

Bunu Datça’nın tuzu kuru martıları için değil, yiyecek bir şeyler bulmak için boğazın üzerinde çırpınıp duran İstanbul’un biçare martıları için söyler. “Martılar ki” şiirinde onların soğuktan moraran kanatlarını öfkesiyle ısıtmak ister. Olasılıkla şehrin dönüşmesi ile birlikte çetrefilleşen yaşam koşullarının boğazın bu eski sakinlerini ne kadar hırpaladığının farkındadır. Şairler zamandan, kimi zaman kesit alır.

“Martılar ki” şiirinin yayımlandığı 80’li yılların İstanbul’da hem martılar, hem insanlar için zor bir dönem olduğuna kuşku yok. Bir şeylerin bozulduğu ancak insanların da, martıların da henüz buna ayak uyduramadığı bir zamandan bahsediyoruz. Şimdilerde o çırpınış dönüştü. Artık İstanbul’un her koşulda yaşamayı becerebilen gözü kara martıları var. Onlar bu koşulların içine doğdular, bundan başkasını bilmiyorlar. Denizden avlayamadıkları balıkları, balıkçı tezgâhlarından aşırmaktan çekinmiyorlar. Olmadı diğer kuşları, hatta farklı martı türlerini parçalayıp yiyorlar. Bunları beceremeyecek kadar zayıf olanlar kentin çöplüklerinde yuvalanmayı seçiyor. Türün beslenme alışkanlıkları değişti, sürü davranışları saptı. Bazıları akıl almayacak derecede irileşip semirdiler. Kente ayak uydurdular; anladık ki martıların da insanlar gibi adaptasyon yetenekleri sıra dışıdır: Kendilerini içinde buldukları her düzene uydurmanın üstesinden gelirler.

80’lerin başında İstanbul şimdi dönüştüğü şeye doğru sessizce yol almaya başlamıştı. İkinci burjuvazi akımı (liberal burjuvazi) iyiden iyiye alevlenmiş, üçüncü burjuva akımının (İslami Burjuvazi) fitili ateşlenmişti. Kent geçen zaman içerisinde bu “üçlü sarmalın” arasında giderek boğuldu. Bununla kalmayıp önce prematüre bir pazar ekonomisi, daha sonra ise çılgınca bir iç göç ve her renk para ile tanıştı. Eski Dünya’nın bu yaşlı kentinin zemini 12 Eylül kazısından sonra bunca ağırlığı kaldırabilecek halde değildi. Küresel kapitalizmin üzerine binen ağırlığı ile çökerek içinden çıkılması güç bir kapitalizm çukuruna dönüştü. Kentin artık Anadolu’da daha önceleri bambaşka nedenlerden, başka başka köşelerde deneyimlenen: merkezdekini dibe iten, çevresindekini merkeze çeken bir karadelik olması kaçınılmazdı: Merkeze yahut merkezin dışına ait pek çok değer, inanç, ilişkilenme/ilişkilendirme biçimi bu karadelik içinde buharlaşıp gitti. Bununla koşut olarak kentin estetik dokusu mutasyona uğradı, toplumsal yaşam alt üst oldu.

Şimdilerde İstanbul büsbütün fiziksel manada dahi içinden çıkılması da, içine girilmesi de güç tuhaf bir kent azmanı. Kenti oluşturan köylerin arasındaki boşluklar insan havzaları ile dolu. Dağınık merkezli yapı bu halde birbirini sıkıştıran, hatta birbirinin içine sızarak birbirini zehirleyen bir biçim arzediyor. Kentin sınırları yok, nereye kadar nasıl uzayabileceğini, genleşebileceğini kestirmek zor. Tasarlanabilir, yönetilebilir, kontrol edilebilir değil. Bu haliyle içinde yaşayanlara kendisinin bir parçası olmak fırsatını vermiyor/veremiyor; onlara bütün vaat edebildiği bu dev organizma içinde bir tür asalak olmaları. Bu halde içinde gerçekte onu benimsemeyen ancak başka bir yere karşı da aidiyet hissetmeyen ürkek ama saldırgan, kıstırılmış bir güruh barındırıyor. Kentin varsıllığı dahi tutsaklığa dönüştüren bir kapitalizm mıntıkası olmaktan başka çaresi yok gibi.

İstanbul’un yeni insanlarının bu yabancılaşma sürecini durdurup kentin dışındaki dünya ile sağlıklı ilişkiler kurmaları güç. Zira İstanbul’un insanları - hangi gelir seviyesinde olursa olsun- çılgın bir türbülans içinde ayakta kalmaya, yok olup gitmemeye alıştılar. Bunu kotarmak için kendilerini parçası oldukları coğrafyanın referanslarından biteviye koparan refleksler geliştirmek durumunda kaldılar. Bu halde ideolojik manada Anadolu’nun kalanından gitgide uzaklaştılar. Ancak bu neslin para kazanan kısmına artık sadece burada bulunmak yetmiyor artık. Başkasını bilmemelerine karşın kitle iletişim araçları vasıtasıyla farkına vardıkları dış dünyayı merak ediyor, yeni bir şeyleri denemek istiyorlar.

Geçen seneler içerisinde özellikle Ege kıyılarında kimi köyler kapitalizmin göz kırpışıyla bu kesim için usulca yeniden tasarlandı. Buralar 4 yıldızlı otel alışkanlığıyla bir çeşit paket tatil köylerine dönüştürüldü. Böylelikle büyük kentin para harcamak isteyen sakinleri bir nebze olsun kendilerini kapana kıstıran cendereden uzakta olduklarını hissedebilecek, kendilerine kentin vermediği aidiyet duygusunu bu küçük köylerde biraz olsun duyumsayacaklardı. Postmodern dünyanın meta-nostaljisi içinde durduk yerde estetik anlamlar kazanan bu köyler -hatta bir tür yaşam biçimi- kalın rötuşlarla bu gelir kesiminin beğenisine sunuldu. Bu mekanların tanıtımlarını “gustocu köşe yazarlarının” yaz yazılarında sıklıkla görmek mümkündür. Bir türlü huzur bulamadıkları bir kentin içinde savaşarak yaşamaya alışmış ve başkasına dair hiçbir fikri olmayan insanlara böylesi bir ürün şüphesiz pazarlanabilirdi. İstanbul’un arayış içinde olan insanları gene bir İstanbul refleksiyle kaçış yeri olarak bu “butik” köyleri hırsla benimsediler. Ancak tüketimciliğin genel dinamiği, referanslarından koparılmış “butik köylerin” yüzer gezerliği, arayış içinde olan ve maddiyat merkezli bu kesimi bir noktadan sonra tatmin etmez oldu. Aynı zamanda bir şey daha oldu tabii: Yerelle tanıştılar, yerelin sahip olduğu imkanların cazibesine kapıldılar.

Son birkaç sene içerisinde söz konusu kesim bir sermaye yağmuru olarak Ege kıyılarından başlayıp neredeyse bütün kıyılara yağıyor. Bu durum klasik bir yazlıkçı mantığının ötesinde bir tür yarı zamanlı göç gibi: İşletmeler açıyorlar, şirketler kuruyorlar, bunları yaparken İstanbul’da yaşamanın getirdiği bütün refleksleri haliyle fütursuzca kullanıyorlar. Yerel insanlar daha önceden tanıdıkları sosyal yaşama müdahale etmeyen, izleyici olmakla yetinen yabancılara benzemeyen bu yeniler ile bir türlü senkron tutturamıyor. Ulaşılması kolay her köşe hızla 80 sonrası İstanbul’a dönüşüyor. Türkiye’de bir süredir yeni bir iç göç dalgası sürüp gidiyor. İstanbul’un zor koşullarında yaşamaya alışmış, değişmiş/dönüşmüş martıları yavaş yavaş sahillerin sakin martılarının hayatlarını tehdit ediyor. Bu akımın yerel yaşamları tahmin ettiğimiz ölçüde hızla değiştirmemesini, en azından İstanbul martılarının Datça’da Can Yücel sokağının üzerinden uçmamasını dileyelim.



kbenli@superonline.com

31 Ağu 2010

ISTANBUL HYPERCITY: Harking Back in Anger: Meta-nostalgia for ISTANBUL long forgone

ISTANBUL HYPERCITY: Harking Back in Anger: Meta-nostalgia for ISTANBUL long forgone


Why do people live in New York? … There is no human reason to be here, except for the sheer ecstasy of being crowded together.

Jean Baudrillard

Renegade French critic Jean Baudrillard’s statement on New York equally applies to Istanbul. It would not have been a great surprise to see Baudrillard to have grown an interest in the multi-storey gated communities popping up around Istanbul lately, each of which, if you believe the publicty hype, are unique embodiments of a different “outstanding concept”, but in effect impose a dull standardized lifestyle on the masses of Istanbul’s new middle-classes. It will remain a mystery whether Baudrillard would have included any of them in his book “The Perfect Crime”, but it is almost certain that he would find Istanbul’s “themed development projects” curious. A note for those readers who may not be familiar with Istanbul: there has been an increasing number of “meta-nostalgic” gated community projects flourishing at the periphery of Istanbul simulating “the city center” and it’s iconic sights, namely the “Bosphorus yalıs” (waterfront mansions) and her ancient neighborhoods or what remained of them. It should be fair to render these projects as meta-nostalgic – a nostalgia for nostalgia itself- in the context of a rapid erosion of references. They feature all the comfort, security and planning that the “new middle classes” demand. Advertised daily in the newspapers, they are believable simulations insofar as they resonate with the image of Istanbul in one’s head, and creative insofar as they are believable.

To what degree, then, the image (Istanbul imagined) matches the original it refers to? Lets put the question this way: how objective is the relationship between the Istanbul one lives in and the Istanbul one thinks he/she lives in?

Observed from a satellite-imaging program, say Google Earth, human settlement on the both sides of this ‘sea-cum-river’ is rather a rational choice — in the anthropological sense of the word at the least. Istanbul stands out as one of the most unique spots on earth where man and nature could coexist in utmost harmony. However, once zoomed in a bit closer one cannot help but immediately notice the ugly, under-regulated developments in the midst of the lush vegetation decorating the continental waterfronts of the Bosphorus. And there is more to the grim picture sketched above: gigantic oil tankers cruise their ways to open seas out of the Bosphorus strait, suspended bridges connect continents with a futuristic arrogance, and high density regions of human settlements press as they expand as if they wish to seal seamlessly the water filled gap between the continents. Leaving behind the glass-screen, one faces another striking perception of reality: there is no connection between the image of the city and the mundane unfolding of life in this city.

A long while ago Istanbul has been morphed into a “zone of capital ”, a subsystem of the dominant global capitalist system. It has become an “erogenous zone”, whose natural beauty and historical and cultural sights stimulates amorous flows of capital. It is limitless, vulnerable, and has lost its urban qualities and character.

Istanbul is nothing less than a hypercity, whose inhabitants have no strong or meaningful connection with each other, other than “the sheer ecstasy of being crowded together” as Baudrillard put it. Lacking “raison d'être”, it ticks mechanistically. With some exceptions, the simple reason for most people to be here is no other than that they can’t imagine otherwise. The members of this society refrain from one another; hesitation sets in and sets the tone of the social dialogue. Global capitalism could not dream of a better stock of human population. What constitutes a fertile soil for the roots of the ferocious capital plant than a population whose primary motive is to survive to consume, and consume to survive?

Let us ask, how real is the image of Istanbul in our minds? Could it be the product of an escapist reflex to evade the erratic life styles we are trapped in? Most habitants of the city are scarcely in contact with the historical, social, cultural and economical processes that shape and define Istanbul today. Moreover, they are physically detached from the image of Istanbul they harbour in their minds. What is the Istanbul of people, who live in gated communities and work in business plazas both being distant to the center, like? How many minutes is the relationship between the imaginary and the quotidian lives spent among home, workplace and the highway?

The longing for the representation of the image of “the city center” at the periphery is particularly remarkable. Restless reconstructions of the image of the center in the minds of the white collars at the periphery could possibly be read as an attempt in claiming the co-ownership of the center or, contrarily, as underestimating the power of the center. From a cynical view point, this is simply about mocking the center. In the latter case the center image is diluted one more time and the hyperreal condition raises to the surface: there is no more a distinction between the real and the simulated, which recursively define and produce each other.

The authors of these simulated reconstructions are the developers, architects and advertising agencies – parties who constitute only the tip of the iceberg. Those protagonists who compete for acceptance into the ranks of the social elite are the real villains and victims who simultaneously manufacture and consume the image of the centre. Reading marketing reports, the planners and developers analyze the demographic structure of the periphery only to offer short cut fixes dipped in center-themed sugar coatings to the public’s demand for functional settlement areas/housing projects. There is no harm in designing theme parks for that matter. In the media channels we hear that these gated communities are all environmentally conscious and sustainable projects muscled up with state of the art technological comforts and conveniences. However, what is really marketed here is a key to the “premium” life and the authentic city centre-experience. Never mind, if the promised image exists in reality or not. This sales pitch hits the bullseye cleverly, responding to the white-collar labourers search for identity and belonging.

Surely this condition is not unique to Istanbul. Since Levittown, the first planned community development in the US, the world has witnessed/experienced a multiplicity of scenarios in urban development. Today, ambitious developers team up with star architects to realize (larger than life) visions of grand projects at varying scales and degrees of glitter all around the world. There is an underlying strategy/mechanism to this phenomenon, which some call the Bilbao syndrome: top-down imposition of iconic buildings/architectural masterpieces to developing cities of the world. Supposedly, this puts the city on the global map while jump-starting the local economy. This prediction goes well with the generic win-win absurdity, accordingly, everybody wins: the population, local authorities, and of course investors, developers and architects. The sad side of the story is that hundreds of other cities far from being fertile grounds yet for global capitalism isolated in their geo-political remoteness are waiting for this magic wand of transformation to touch their fates.

Springing from “the generic city” concept of Rem Koolhaas, the Waterfront City project was proposed for Dubai in the near past, a Manhattan-like development that was claimed to be fit for the city. Such approaches generally base their arguments and publicity on cogent analysis, detailed contextualization plans and seemingly unwavering theoric jargons. Even so, the risk of reducing cities to theme parks regardless of whom they target -the elites or the masses- remains a great threat.

In emerging zones like Dubai where local resources are short in supply, we observe borrowing of concepts and vocabulary from the universal reserves of global urban culture for the development of new settlement zones. The difference in the case of Istanbul is that, it has chosen to appropriate and multiply it’s own image (even though it is not uncommon to see projects with global appeal such as the Kartal& Küçükçekmece urban transformation project by Zaha Hadid). Masses lacking skills to question their imposed life style are perfectly at peace with the workings of this appropriation mechanism. Masses in question here are content with the pillaging of the image of the centre as long as they get a cut of that image for themselves. It is understandable that these people choose to live in a miniature Istanbul under the auspices of some sort of “principality of periphery”. But are we bound from now on to an image of Istanbul that feeds primarily on such development projects of the periphery? If that is the case why do we still need the image of a city whose cultural references has been systematically diluted. Is it because we cannot imagine a better one or simply because there is no return from this point on?

Kaan Benli

Ali Cindoruk

26 Tem 2010

İKTİDARDAN KORKMAK

İKTİDARDAN KORKMAK


Türkiye konuşmaya devam ediyor. Referandum tartışmaları ile birlikte fütursuz fikir çarpıştırmanın iyice tadına varıldı. Mesele şu aşamada Demokrasi algısı üzerine devrildi gibi görünüyor. İster istemez pek düşünülmedik konuların gündeme gelmesi için oldukça uygun bir zemin bu. Bunun genelgeçer için sarsıcı bir yanı da var kuşkusuz. İktidar kavramının inceden mercek altına alınması mesela, bütün bu sürecin belki de en beklenmedik tarafı.

Platon insanı bir başına var olamayacak bir canlı olarak kabul eder. Toplum düzeni olarak gördüğü şey, insanların birbirlerine duydukları ihtiyaçlar nedeniyle bir araya toplanarak ahenk içinde devinmesidir. Bu birlikteliğin ve ahengin getireceği zenginliğin zamanla çeşitli tehditlere maruz kalacağına inanır. O halde toplumun ihtiyaçlarının düzenlenmesi ve doğru şekilde birbirleri ile ilişkilendirilmelerinin yanında; bir de bireylerin ahenge uygun bir düstur altında hareket etmeleri gereklidir. Bundan da ötesi, toplumun dış etmenlerden korunması gibi bir zorunluluk vardır. Platon işte bütün bu akışı kontrol etmeyi yönetmek olarak görür. Bu görevin de toplumdaki en nitelikli bireylerce yerine getirilmesi gereğine inanır. “"Toplumlar filozofların kral, ya da kralların filozof olduğu güne kadar rahat huzur yüzü görmeyeceklerdir," sözü filozof Platon’un nitelikli birey tarifini de açıklar. Bu tarif görüldüğü gibi pek objektif sayılmaz.

İsmet Berkan 2 sene kadar önce, ABD’nin kuruluşu ve bu ülke siyasetindeki iki temel görüşün ayrışması üzerinden yönetenlerin “halktan korkma” halini bir dizi halinde yazmıştı. Referandum sürecine girdiğimiz günlerde Amerika’nın üçüncü başkanı Thomas Jefferson’un sözleriyle aynı konuyu yeniden gündeme getirdi; Jefferson’un sözlerinin tamamı şöyle: “Amerika’da iki parti var. Halktan korkanlar partisi ile korkmayanlar partisi: başka bir deyişle, bir elit azınlığın ülkeyi yönetmesini isteyenlerin partisi ile istemeyenlerin partisi.” Jefferson halk ve elit tanımlarına şüpheyle bakan bir politikacıydı. Aynı toplumu oluşturan bireylerden bazılarının, diğerlerine kıyasla toplumun bütünü için daha doğru kararlar verebileceğine inanmıyor, böylesi bir yapıyı büsbütün yanlış buluyordu. Bu perspektiften yönetenlerin halktan korkma paradoksuna dair çarpıcı ifadeleri var: “Bazen insanın kendisini yönetmesine güvenilmemesi gerektiği söylenir. O zaman insanın başkalarını yönetmesine güvenilebilir mi? Veya insanı yönetmesi için krallar kılığına bürünmüş melekler bulabilir miyiz,” Jefferson’ın sözlerinin, Platon’un eldeki kralları filozofa dönüştürme arzusu ile ironik bir ilişkisi var sanki.

ABD’nin kuruluş aşamasında Başkan Jefferson ile aynı düşünceleri taşımayan, halka farklı bir gözle bakarak, devlet kurumunu halk iradesinin elit eliyle yönetilmesini sağlayan rasyonel bir sistem olarak gören siyasetçiler de vardı. Mesela ABD’nin bağımsızlık mücadelesinin önemli figürlerinden, üstelik Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nin mimarlarından Alexander Hamilton, sıradan insanın tutku ve hırslarının akıl ve adaletin emirlerine uymayacağını düşünüyordu. Hamilton’a göre devlet vatandaşını kontrol etmeli, onu kurumun önceden belirleyip yücelttiği değerler doğrultusunda idare etmeli, bundan daha önemlisi bir diğerinden korumalıydı. Hamilton ve Jefferson ve dahi temsil ettikleri düşünceler, ABD siyasetinde pek çok kere karşı karşıya geldiler, halen de bu durum devam ediyor: Ancak hangi düşüncenin izdüşümü iktidara gelirse gelsin ABD halkının yönetenleri ile ilişkisinde son kertede değişen çok bir şey yok. Bilindik bir söylemdir, bu ülkede çok küçük bir azınlık büyük bir çoğunluğu istediği gibi yönlendirir. Bu durum sadece ABD için mi geçerlidir?

Bundan birkaç ay önce Çin devleti, gazeteci olmak isteyenlere habercilikte Marksist kuram eğitiminden geçme zorunluluğu getirdi. Çin’de daha önce gazetecilik okullarında ders olarak okutulan Marksist gazetecilik, bundan böyle bir sertifika programı haline gelecek ve bu sertifikayı almayanlar -yabancı gazeteciler hariç- Çin’de bu mesleği icra edemeyecekler. Buna sebep olarak liberalleşen ekonomi sayesinde reklam gelirleri artan gazete ve televizyonların giderek Çin Komünist Parti’sinin söylemlerinin dışına çıkması gösteriliyor. Marksist kökenlerini unutan ve uyanıklaşan gazetecilerin, özel sektörden çevre felaket haberlerini basmamak için çıkar sağlamaya başladıkları, yahut partiden istenilen tarzda haberler yapmak için maddi destek bekledikleri belirtiliyor. Anlaşılan bir süredir Çin’de Çin Komünist Partisi’nin yönetenlerinin beklediği türden haberler yapılmıyor. Çin haber ajanslarından gelen bilgiye göre, Çin’de yönetenler yeni uygulamayı şu şekilde savunuyorlarmış: “Devlet kamuoyunu yönlendirmelidir, çünkü ülkemizde olayları doğru olarak anlayamayacak, yeterince eğitimli olmayan pek çok vatandaş vardır, her haberin sosyal etkisinin hesaplanması, sonuçlarının ülke ve rejim yararına olup, olmadığının değerlendirilmesi gerekir.”

Guardian’da Peter Preston “Avrupa’nın özgürlük mabetleri sarsılıyor” başlıklı bir makale yazdı geçenlerde. İtalya’da Berlusconi’nin mimarı olduğu baskıcı kararnameleri eleştirdi. Aynı makale içinde Macaristan, Polonya, Çek Cumhuriyeti, Romanya, Slovenya ve Slovakya’da komünizm sonrasında özgürlükler açısından arpa boyu kadar yol alınmadığını ve Rusya’nın gitgide daha otokrat bir yapıya büründüğünü de not düştü. İşin doğrusu, rejimler ne olursa olsun kürede yöneten, yönetilen denklemi süreğen bir sabit gibi görünüyor. Yönetenler yönettikleri halktan her koşulda çekiniyorlar. Bu yerel demokrasiler için de böyle, küresel demokrasi açısından da. Peki ama neden?

Berkan konuyla ilgili önceki yazılarında Türkiye’de başlangıçta halktan korkmayan partilerin iktidar dahilinde nasıl halktan korkan partilere dönüştüklerini de ele almış, bunu iktidar dahilinde ele geçirdikleri imkanlardan ziyadesiyle memnun olmaları ve elden kaçırma korkularıyla açıklamıştı. Kuşkusuz bu tespit yalnız Türkiye için geçerli değil. Bilindik tarih boyunca yöneten ve yönetilen arasında sömürü düzeni şekil ve boyut değiştirmek suretiyle aslında hep var. İlkin küçük bağımsız topluluklar içinde birbirinden ayrışan iki sınıf arasındaki ilişkiler, zamanla iç içe geçmiş çeşitli katmanlar üzerinden süregitmekte. Bir küçük topluluk içinde yöneten sıfatı taşıyan bir kişi, başka bir boyutta yönetilen olması nedeniyle denklemin aslını da sorgulayamaz hale geliyor. Bahsettiğimiz denklemin değişmez faktörlerinden biri, yönetenlerin yönetilenler ile olan ilişkilerinden hak etmediklerini bir çıkar elde etmeleri olsa gerek. Politikacıların her fırsatta dile getirdikleri meşhur “halka hizmet” zırvası, olasılıkla içten içe bilinen bu huzursuzluğun refleksi. Bu açıdan yönetenlerin korkusu sonuçta rasyonel bir zemine oturuyor sayılır, ancak yönetilenler açısından kim olursa olsun iktidarlara güvenmenin bir mantığı var mıdır? Hangi piramit yapı gerçekte kutsanabilir samimiyettedir?

Şu anki referandum sürecinde hararetli bir şekilde özgürlükler üstelik en kavramsal haliyle tartışılmaya başlandı demiştik. Ancak kabul etmek gerekir ki henüz geçmişlerde bir yerdeyiz. İçinde bulunduğumuz yüzyıl iletişimdeki müthiş ilerleme sayesinde öncelikle yöneten ve yönetilen ilişkisinin sorgulandığı bir aralık oldu. Kürede artık internet vasıtasıyla, birlikte ve eşit hareket eden, sözkonusu denklemi biteviye sorgulayan, sayıları da gün geçtikçe artan pek çok insan var var. Onlar için ne rejimler, ne yasalar, ne ayarlamalar/uyarlamalar önemli. Nihilist ve apolitik bir tutum aldıkları için değil, farklı farklı kaplar içinde aynı yemeğin biteviye önlerine sürüldüğüne uyandıkları için müstehzi bir vurdumduymazlık içindeler.

kbenli@superonline.com

9 Tem 2010

HİPERKENTE DÖNÜŞEN İSTANBUL

HİPERKENTE DÖNÜŞEN İSTANBUL


“Burada bulunmanın hiçbir insani nedeni yok; hep birlikte bir kalabalık oluşturmanın verdiği coşku (esrime) dışında”.

20. yüzyılın en önemli kuramcılarından Baudrillard’ın New York için yaptığı bu tespit, İstanbul için de geçerli olmalı. “Simülasyon Kuramı”nı geliştiren düşünürün, İstanbul’un çevresinde bir anda mısır patlağı gibi görünüveren, farklı “konseptlerde” aynı yaşam biçimini dayatan çok katlı siteleri ilginç bulması sürpriz olmazdı. Baudrillard bu projeleri “Kusursuz Cinayet” kitabında kullanmayı düşünür müydü bilemeyeceğiz ama, özellikle İstanbul “temalı” olanlar ilgisini çekerdi herhalde. İstanbul’da yaşamayan okuyucular için açıklayalım: İstanbul’un merkezine uzak ilçelerde, şehrin merkezinin küçük bir modelini andıran, boğazı ve onu çevreleyen yalıları, semtleri canlandıran meta-nostaljik projeler bunlar. Meta-nostaljikler çünkü nostaljinin referanslarının yitirildiği bir yerdeler artık. Bu halde ancak nostaljinin kendisine duyulan bir nostalji ile ilişkililer. Öte yandan bahsettiğimiz sitelerin tümü “yeni orta sınıfın” gerektirdiği standartlar dahilinde korunaklı, konforlu ve planlı. Gazetelerin İstanbul baskılarında ilanlarını sıkça görebilirsiniz. Aklınızdaki İstanbul imgesi ile örtüşebildikleri oranda göz alıcı, o imgeye inandığınız ölçüde yaratıcılar.

Peki gerçekte aklınızdaki imge (hayalinizdeki İstanbul), gerçeği ile ne kadar örtüşmektedir? Soruyu başka şekilde soralım, içinde yaşadığınız İstanbul ile içinde yaşadığınızı sandığınız İstanbul arasındaki ilişki ne ölçüde nesneldir?

Bir uydu harita programından bakıldığında –hiç değilse antropolojik manada- tutarlıdır insanın bu nehir denizin etrafındaki varlığı. İstanbul insan ile doğanın en uyumlu olabileceği spotlardan biridir. Ancak bulunduğunuz mesafeden görüntüyü biraz yakına sardığınızda, boğazın iki yanını süsleyen ormanların içinde birer bıçak yarası gibi duran kuralsız çirkin yapılaşma belirecektir. Sonrası kendiliğinden gelir: boğazın içinde pervasızca yol alan demir yığını tankerler, futuristik bir kibir içinde iki yakayı birbirine bağlamaya yeltenen beton yollar, bununla yetinmeyip iki kıtayı birbirine yapıştırmak istercesine baskılayan insan yerleşim havzaları. Monitörün başından kalkıp şehrin içine doğru yürüdüğünüzde ise daha çarpıcı bir algı-gerçeklikle karşılaşırsınız: Kentin imgesi ile kentte sürüp giden yaşam arasında en ufak bir bağ bulunmamaktadır.

İstanbul tarihi ve kültürel nitelikleri kamufle edilmiş, doğal güzelliği ise akıl almayacak bir hızla dönüştürülen bir kapitalizm mıntıkasıdır aslında. Uzunca bir süre önce küresel hakim sistemin fazla da zorlanmadan ele geçirdiği bir alt sisteme dönüşmüştür. Her şeyden önce sınırsızdır, korunaksızdır, kentsel özellikleri yitip gitmiş, parçalanmıştır. Baudrillard’ın New York için söylediği gibi “iç içe yaşamanın neden olduğu bir elektriklenme” dışında bir bağlantısı olmayan insanların iç içe yaşadığı bir hiperkentten başkası değildir. Mekanistik amaçlar dışında nedensizdir. Bu halde, çok az bir kısmının haricinde, insanların İstanbul’da yaşamalarının tek nedeni başkasının mümkün olduğuna inanmamalarıdır artık. Bu durumda birbirlerinden çekinerek, birbirlerini çekindirerek yaşamaları kaçınılmazdır. Öte yandan küresel kapitalizmin bundan daha iyi bir insan girdisine ihtiyacı olamaz herhalde. Bütün meselesi ilkin hayatta kalmak, ardından daha çok satın almak olan bir topluluk, bu arsız bitkinin köklerine en uygun toprağı oluşturur.

Bu halde belleğimizde yer etmiş İstanbul imgesi gerçekte ne kadar gerçektir? İçine düştüğümüz tuhaf yaşam biçimini kabullenebilmek için kurduğumuz bir hayal, bir kaçış mekanizması olabilir mi? Halihazırda İstanbul’da yaşayan insanlar, İstanbul’un ait olduğu tarihsel, toplumsal, kültürel ve ekonomik süreç ile oldukça sınırlı bir ilişki içindedirler. Fiziksel manada hele, İstanbul imgesi ile büsbütün ilintisizdirler. Şehrin uzağındaki bir sitede oturup, şehrin uzağındaki bir plazada çalışan birinin gerçekteki İstanbul’u neye benzer? İşyeri otoban ve siteler arasında akıp giden hayatların imgesel olanla ilişkisi kaç dakikadır?

Böyle bir çözümlemeye gidildiğinde merkez imgesinin periferideki temsiline duyulan özlem özellikle dikkat çekici. Periferideki beyaz yakaların belleğindeki merkez imgesinin, merkezin dışında farklı farklı şekillerde biteviye yeniden kurgulanması, merkeze ortak olma ya da merkezin gücünü azımsama dürtüsü olarak da okunabilir. Sinik bir perspektiften, merkezle dalga geçmektir bu. Bu durumda varlığı sorgulanmakta olan merkez imgesi bir kez daha hafifler, “hiper-reel” durum iyice kendini gösterir: Birbirlerini üreten gerçek ile simülasyon arasında neredeyse bir fark kalmaz.

Bu kurguların buzdağının görünür kısmındaki yaratıcıları inşaat sektörü vizyonerleri (müteahhitler / mimarlar) ve reklamcılar olmalı. Günümüz itibarıyla ekonomik ve sosyal statüleri sürekli dönüşen, merkez imgesini hem oluşturan hem tüketen kesimden gelen insanlar yani. Merkez dışındaki demografik yapıyı pazarlama raporları üzerinden okuyarak, işlevsel kökenli yeni yaşam alanları talebine, merkez kostümlü yapay kültürel giydirmelerle kestirmeden karşılık verebilirler. Bu halde içlerinde yaşanabilen tematik parklar tasarlamalarında bir sakınca yoktur. İletişim mecralarında bu projelerin aynı zamanda çeşitli yüksek teknolojik çözümlerle (konforlarla) donatıldığını, çevre korumacı ve sürdürülebilir projeler olduklarını duyarız. Ancak esas önerilen “premium” bir yaşamın anahtarı, otantik merkez deneyimidir. Gerçekte varlığı sorgulanır bir imgenin parçası/tüketeni olma önerisi, ev-iş arası mekik dokumakla meşgul kitlelerin (beyaz yaka emekçilerinin) kimlik ve aidiyet arayışlarına tastamam karşılık gelir.

Şüphesiz bahsettiğimiz durum sadece İstanbul için geçerli değil. Dünyaya baktığımızda ABD’deki ilk planlı kitlesel banliyö yerleşim projesi olan Levittown’dan bu yana hararetle evrilen benzeri gelişmelere şahit oluyoruz. Bugün iştahlı yatırımcı-yıldız mimar işbirliğiyle vücut bulan ve siyasi sınır tanımayan küresel projeler, doğal olarak geniş bir çeşitlilik gösteriyor, ancak hepsinin temelinde bazılarının Bilbao sendromu olarak da adlandırdığı ortak bir mekanizma çalışıyor: Yerkürenin özellikle gelişmekte olan kentlerine tepeden inme ikonik yapıların monte edilmesi. Bunun sonucunda yerel ekonominin canlanması ve söz konusu kentin küresel gündeme uyum sağlaması bekleniyor. Bu öngörü özellikle “vinvin” zırvasına uygundur, görünürde bu işten herkes kazanır: kentin insanları, yerel yönetimler, ve tabii yatırımcılar ve mimarlar. Acıklı olan, jeo-politik nedenlerden –henüz- küresel kapitalizmin bereketli toprakları olamamış, yerelliğinde izole olmuş yüzlerce başka kentin de bu sihirli dönüşüm değneğinin kaderlerine değmesini beklemesidir.

Yakın geçmişte Dubai için önerilen “the generic city” (jenerik şehir) kavramından yola çıkan Waterfront City projesi, özünde Manhattan benzeri bir adanın Dubai’de gerçekleştirilmesini uygun bulmuştu. Bu yaklaşımlar kamusal iletişimlerini genellikle keskin analizlere, ayrıntılı yerel bağlamlandırma çalışmalarına ve sarsılmaz görünen teorik jargonlara dayandırıyorlar. Ancak, her ne kadar düşünsel/deneysel önermeleri sofistike olsa da, son kertede bu tür projelerin en büyük riski, kentleri seçkin ya da kitlesel tematik parklara indirgemesidir.

Yeni yaşam alanlarının, Dubai gibi dönüştürülecek kültürel zemini olmayan coğrafyalarda ister istemez küresel kültür kaynaklarından beslenerek kurgulandığını görüyoruz. İstanbul vakasında farklı olan ise (ki istisnai de olsa küresel iddiası bulunan projeler söz konusudur: Kartal ve Küçükçekmece kentsel dönüşüm projesi gibi) şehrin bu zamana kadar özellikle kendi imgesini türetmeyi tercih etmesidir. Kendilerine sunulan yaşam modelini sorgulama organları körleşen topluluklar bu işleyişle barışıktır. Merkez imgesinin yağmalanmasına merkezin yalnız kendileri için tecelli etmesi halinde gayet razı bir kitleden bahsediyoruz. Bu insanların bir tür periferi beyliğinin koruması altında minyatür bir İstanbul içinde yaşam sürdürmeyi yeğlemeleri normaldir. Peki aklımızdaki İstanbul imgesini bundan böyle hep tepeden inme periferi projeler üzerinden mi besleyeceğiz? Eğer böyle olacaksa referansları yitirilmiş bir kentin imgesine halen neden ihtiyaç duyuyoruz ki? Daha iyisini hayal etmek ve geri dönmek imkansız olduğu için mi?

UCUZ ETİN YAHNİSİ

UCUZ ETİN YAHNİSİ


Şimdiye kadar pek medyada konuşulmayan bir konu, geçtiğimiz hafta içinde Türkiye’nin gündemini fena halde meşgul etti. Yükselen et fiyatları, et ithalatı, süt üretimi filan derken başta gazetelerin ekonomi yazarları olmak üzere pek çok köşe yazarı hayvansal üretimin ekonomisi üzerine nümerik analizlerde bulundular. Siyasetçilerimiz pek sevdikleri racon kesen abi rolü için bol bol fırsat buldular, sektör temsilcileri ise bu hengame içinde, seslerini duyurabildikleri ölçüde durumu tüketiciye izah etmeye çalıştılar. Sonuç: Sandığımızın aksine, çok az et ve süt tüketebilen, hayvansal proteine erişimi oldukça sınırlı bir millet olduğumuzu anladık. Et ve sütün sandığımız kadar pahalı besinler olmadığını fark ettik, bu besinlerin tüketimindeki azlığın halkımızın zeka gelişimine nasıl bir etkisi olduğunu düşünenlerimiz de olmuştur.

Şüphesiz çok kısa bir zaman aralığında dağınık bir halde medyada yer alan bunca bilgi, konuyla fazla ilgisi olmayan tüketici için bahsettiklerimiz dışında çok akılda kalıcı olamaz. Bu halde olunmasının sebeplerinin neler olduğunu çözümlemek sektör dışındakiler için kolay değil. O nedenle hükümetin söylemi olan: spekülatörler yüzünden, -yani yükselen fiyattan çıkar sağlayanların fiyatları yüksek tutması yüzünden- bu durumun oluştuğu, aynen pirinçte olduğu gibi ithalata izin verilerek bu spekülatörlerin çanına ot tıkanabileceği iddiası, yakın tarihinde karaborsacılar ve stokçulardan çok çekmiş halkımız için tereyağı gibi bir çıkarım oldu. Akabinde ithalatın başlamasıyla fiyatların düşmesi de yeterince güzel bir sağlama sayılabilir. Sorun haline gelen şeylerin çözümlerinin ne kadar kolay olduğunu halka göstermek Türkiye’de sağ iktidarların yıllardır başarıyla uyguladıkları bir taktik. Muhalefetin sadece şikayet etmek tembelliğinden de güç alan bu taktik, ne yazık ki halkın hep suyuna tirit bilgiyle yetinmesine neden oluyor. Hayvansal protein kaynaklarının üzerinde diğer pek çok alanda olduğu gibi bir miktar spekülasyon olabilir, ancak “bütün bu durum spekülasyondan kaynaklı, iki ince ayarla her şeyi yoluna sokarız” açıklaması sektörün insanlarını dehşete düşürecek kadar yavan.

Öncelikle içinde bulunduğumuz coğrafyada et ve sütle ilgili pek içaçıcı olmayan bir durum olduğunu, AB ülkelerinin pek çok alanda olduğu gibi, burada da rasyonalite üzerinden feci çuvalladığını bir tespit etmek gerekiyor. Endüstriyel hayvancılığın yarattığı çok temel bir sorun uzunca bir süredir AB’yi kasıp kavuruyor. Bir hastalık biterken bir diğeri uç veriyor, insan üzerinde ölümcül sonuçları olan BSE (deli inek) hastalığı yüzünden son 25 sene içinde milyonlarca hayvan öldürüldü (sadece İngiltere’de 4.4 milyon) ancak hala önü alınamadı. Türkiye batı usulü hayvan toplama kampları kurma yoluna gitmediği/gidemediği, otçul hayvanlara et yedirmeye kalkmadığı için, bu büyük fiyaskonun parçası olmadı. Ancak oralardaki gibi hayvancılık yapmamanın, mühendislikte o noktalara varamamanın bir bedeli de var kuşkusuz: Bonfile fiyatlarını karşılaştırırken bunu da aklımızda bulundurmak lazım.

Küresel ölçekteki ikinci konu 2007-2008 seneleri arasındaki girdi fiyatlarının yani yem maliyetinin artması, bu durum bir de Türkiye’deki kuraklıkla birleşince son iki sene hayvancılık açısından üreticiler açısından hiç kolay geçmedi. Et ve süt fiyatları bu dönemde artmadı, hatta sütte ciddi bir düşüş yaşandı (market fiyatlarına kulak asmayın, üreticinin cebine giren paradan bahsediyoruz). Bu noktada bir de üretici tanımı yapmak faydalı olabilir: Üreticiler Türkiye’de tarımsal üretimin her şeklinde olduğu gibi kıt kanaat geçinen insanlardır, dolayısıyla en ufak bir fiyat oynamasına karşı son derece kırılgan yapıdadırlar, geçtiğimiz iki senede yaşadıkları kimi sektör kuruluşlarının bas bas bağırıp seslerini duyuramadıkları bir neticeye neden olmuştur. Üreticiler geçimlerini sürdürebilmek için hayvanlarını kestirmeye mecbur olmuşlar, Türkiye’nin önemli bir değeri buharlaşıp gitmiş, gelecekte yaşayacağımız süt krizinin temelleri atılmıştır .

Üçüncü önemli konu ise bakanlık bürokratlarının haklı olarak yakındığı gibi hayvancılığın yapısal sorunlarıdır. Gerçekten de Türkiye’de şu an yapılan hayvancılık oldukça verimsizdir. Bunun çok temel iklimsel nedenleri var. Tarım Bakanlığı müsteşarı bunu çok iyi ifade etti: “AB ülkelerinde yukarıdan yağmur yağar, alttan yeşil çıkar”. Bunun yanında lojistikten başlayarak, çiftlik verimliliğine kadar uzanan ciddi eksikliklerimiz vardır. Bu durumu düzeltmek için Bakanlığın bir gayret içinde olduğu doğrudur. Ancak bunların sonuçlarını almak daha epeyce bir zaman gerektirecektir. Bunun yanında Türkiye’de BSE gibi mühendislik marifeti ölümcül hastalıklar olmamasına rağmen, ekonomik yetersizlikten kaynaklanan hastalıklar, genetik yetersizlik, verim düşüklüğü de varlığını sürdürmektedir. Reklamlarda gördüğümüz, sağlıktan yanaklarından kan damlayan hayvanlarımızın sayısı oldukça azdır. Bunları Türkiye’ye getirmek, bulunduğu koşul dahilinde üreticilerimizin çoğu için imkan dahilinde değildir. Halen küresel ölçekte çok az bir bölgede (Yeni Zelanda, Avustralya ve ABD’nin kuzey doğusunda), açık alanda yaşayan, sağlıklı, hastalıktan ari sürüler vardır. Çin ve Rusya başta olmak üzere pek çok ülke yüksek bedeller ödeyerek bu hayvanları ithal etmektedirler. Bizim üreticimizin şu anki ekonomik durumu, bu hayvanları almak için küresel rekabete girmeye uygun değildir.

Şimdi bu 3 faktör eşliğinde et ithalatını tekrar bir masaya yatıralım. Evet şu an fiyatlar düşüyor, ancak bunun bedeli nedir bilmiyoruz. İthalata izin verilen ülkeler: Estonya, Letonya, Litvanya ve Macaristan. Sektöre az buçuk ilgisi olan herkes bu ülkelerin hayvan arzının, ne olduğunu bilir. Bu ülkelerin BSE görülen ülkelerden (Almanya, İrlanda, Hollanda, Fransa) ithalat yaptığı sır değildir (bkz UN-IMTS). Söz konusu ülkelerde BSE’nin bittiği ise kocaman bir palavradır (bkz OIE) . Ellerinde sıkışıp kalmış genetik özürlü hayvanları bizim gibi ihtiyaç içindeki ülkelere kakalamak için nasıl bir lobi faaliyeti sürdürdüklerini sektör sivil toplum kuruluşları, bakanlık bürokratları çok yakından bilir. Bu zamana kadar, üstelik AB kapısında bekleyen bir ülke olmamıza rağmen bu baskıya karşı durmak aslında bir başarı hikayesidir. Şimdi gerçekleşecek ithalatla bu zamana kadar verilen mücadele delinecektir. Bunun peşi sıra Avrupa’dan ithalata izin verilsin seslerini duymaya başlayacağımızı tahmin etmek ise hiç zor değil.

Diğer konu ise fiyatların düşmeye başlamasıyla üreticilerin değil, spekülatörlerin devreden çıkarılacağı yanılsamasıdır. İşin doğrusu spekülatörler, bu operasyon sırasında (kimdir bunlar, orası da pek net değil) bütün faturayı besicilere çıkaracaklardır. Bu halde üreticiler, geçen yıllarda deneyimlediğimiz süt üreticilerin durumuna düşeceklerdir. Zarar eden, ve hayvan sayılarını azaltmak durumunda kalan besiciler bundan sonra daha da zorlanacak, fiyatların yükselişi tekrar ve daha harlı yeniden gündeme gelecektir. O halde ne olacak, ithalat nereye kadar devam edecektir?

Göründüğü gibi et ithalatı, böylelikle piyasanın terbiye edilmesi mevzusu bizlere anlatıldığından daha karmaşık. Öte yandan yükselen et fiyatları ve halkın alım gücünün bu fiyatlara yetmemesi de bir sorun olarak ortada duruyor. “Halka bu fiyatlarla et yedirmeye kimsenin hakkı yok” cümlesinin ardından çözüm olarak getirilebilecek onlarca önlem vardı. Sektör sivil toplum kuruluşları bunları madde madde sıralıyor, bir diğer yazıda bunları mercek altına alabiliriz. Çözüm olarak ithalatın seçilmesi fazlaca kestirme olmuştur. Buradan uyarıyoruz: Eğer bu işin devamı gelirse Türkiye vatandaşları AB’ye giremeden, genetiği bozuk AB inekleri Türkiye’ye girecektir.

Kaan benli

kbenli@superonline.com

ANTİKAPİTALİZMİN KİMYASI

ANTİKAPİTALİZMİN KİMYASI


Geçtiğimiz günlerde oldukça absürt bir haberle karşılaştık. Kapitalizmin son gözdesi Çin’in bundan böyle gazeteci olmak isteyenlere habercilikte Marksist kuram eğitim programından geçme zorunluluğu getireceğini öğrendik. Habere göre daha önce gazetecilik okullarında ders olarak okutulduğunu bildiğimiz Marksist gazetecilik, artık bir sertifika programı haline gelecek ve bu sertifikayı almayanlar -yabancı gazeteciler hariç- Çin’de bu mesleği icra edemeyecekler. Çin devleti bu uygulamaya neden olarak liberalleşen ekonomi sayesinde reklam gelirleri artan gazete ve televizyonların giderek Çin Komünist Parti’sinin söylemlerinin dışına çıkmasını göstermiş. Marksist kökenlerini unutan ve uyanıklaşan gazetecilerin, özel sektörden çevre felaket haberlerini basmamak için çıkar sağlamaya başladıklarını, yahut partiden istenilen tarzda haberler yapmak için maddi destek beklediklerini belirtmiş. Anlaşılan bir süredir Çin’de devletin beklediği türden haberler yapılmıyor. Çin devleti, şirketlerle gazetecilere avanta sağlama yarışına girmek yerine bu sıkıntıyı gazetecilerin bizzat akıllarını başlarına getirmek yoluyla aşmaya karar vermiş olmalı.

Çin Marksist Kuram Sertifika Programını da ileride özelleştirmeyi düşünür mü acaba? Düşük ücretle çalıştırdığı hocalar ve ucuza malettiği eğitim dokümanları sayesinde oldukça ekonomik bir hızlandırılmış sol eğitim programını dünyaya pazarlamaya kalkar mı?

Toplumsal oluşumların arasında içinde mizahı en çok barındıranı kapitalizm olmalı. Sürekli değişim gerektirdiğinden, biteviye bir altüst oluştan beslendiğinden, insanları bazen tek tek, bazen topluca, hatta bazen bütün bir halk olarak yakalayıp absürt durumların içine düşürmekte üzerine yok. Bu hınzır yeteneği ona kendisine alternatif konulan sistemleri ve düşünceleri tiye almak, onları gerektiğinde ihtiyacına göre, eğip bükmek gibi avantajlar da sağlıyor. Kapitalizmin kendine dair bir içgörüsü yok, zira inançlarla, amaçlarla, ideallerle ilgili bir şey değil. Aynı nedenden, siz ona dair böyle bir çözümlemeye giriştiğinizde savunmasını kendi durduğu yerden yapmayı da reddediyor. Sistemik manada tamamen bir düzensizlik ve kaotik bir genişleme üzerine kurulu olduğu, gerçekçi, ahlaklı ve vicdanlı (sabitleri olan) bir düzenek içinde çalışamayacağı için, antitezleri ile de ancak onların kendi tutarsızlıkları üzerinden mücadele etmeyi seçiyor. Dolayısı ile kapitalizm kendisi ile barışık yaşayanlara polemikçilikte de sınırsız imkanlar sağlıyor, zira bu sisteme razı gelip entegre olanlar, aynı sistemin kendisi gibi sınırsız derecede serbestleşip, hoyratlaşıyorlar. Zira böyle bir gidişata razı gelmenin savunulacak bir tarafı olmadığı için, savunmaları gereken değerler de yok. Aynı nedenden alternatif sistemlere karşı tezlerini gene başka alternatif sistemler üzerinden kurup -entelektüel düzeyleri ile paralel olarak- o anki duruma elverişli ideolojilerden ayarttıkları söylemlerle antitezleri parçalıyorlar. Sözgelimi ülkenin kaynaklarından daha fazla pay isteyen işçileri açgözlü fırsatçılar durumuna düşürüp “biz bu ülkenin parasının emanetçisiyiz, burası yol geçen hanı değil” şeklinde köşeye kıstırabiliyorlar, yahut “7 yılda 1 milyon insan kendi işinin başındayken, şimdi emekçi olmuş. 1.5 milyon tarım işçisi toprağından kopmuş,” diyen bir parti başkanın söyleminin bu kısmını duymazdan gelip, ona “üç tane sakallının, başörtülünün cipe binmesi fakirleşmemizi örtmüyor,” sözlerinden dolayı sert bir sol kroşe ile ayrımcılık yaftası yapıştırabiliyorlar. Öte yandan bu sistemden fayda gören sermaye sahipleri, siyasiler, okumuşlar kapitalizmi tıkır tıkır çalışan bir sistem olarak güzellemeye hiç davranmıyorlar. Olasılıkla bir başına kaldıklarında onlar da sistemin iyi olduğuna akıl, vicdan düşüremiyor. Ancak bu sistemin içinde huzurlu olmayı başardınızsa bir kere, başkasını hayal etmeye dahi cesaretiniz kalmıyor. Kapitalizm içine konfor ettiğiniz noktada sizi küçük çıkarlar ile yemleyip köleleştiriyor. Sistemin bütün mantığına ters bir tutuculuğa saplanıp aslında sadece sahip olduğunuzu sandığınız bir ayrıcalığı korumak derdine düşüyorsunuz.

Öte yandan bahsettiğimiz sistemin bütün yetenekli komedyenlerde olduğu gibi kendisiyle dalga geçme eğilimi de oldukça yüksek. Ne var ki bunu yaparken dahi kar peşinde koşmaktan, yeni fırsatları değerlendirmekten vazgeçmiyor, vazgeçemez. Bu halde karşısında saf tutarken, ona meydan okurken gözü açık olmakta sayısız fayda var, aksi takdirde kendinizi üzerinde antikapitalizm yazan kahve fincanları satın alırken, yahut onları üretip köşeyi dönmeye çalışırken bulmanız da muhtemel. Şimdilerde bir pazarlama yöntemine dönüşen antikapitalizm tacirliği işte tam olarak böyle bir şey. Öncelikle kapitalizmin ne fena bir şey olduğuna dair filmler yapar ve oradan bir marka üretirsiniz, sonra üzerinde o marka olan tişörtler, şapkalar, kalemler, hatta yaşam biçimleri pazarlamaya koyulursunuz. Kapitalizm şeyleri alıp satmadan nefes almanıza izin vermiyor.

Bu halde uzunca bir süredir yerküreyi tutsak alan, ona karşı olanların sayısının gitgide artmasına rağmen hiçbirine pabuç bırakmayarak, hatta onları dahi yutarak semirmeye devam eden böyle bir sistemin dışında kalmanın bir yolu yok mudur? Bireysel olarak bu neredeyse imkansız görünüyor. Antikapitalizmin bile bir marka değerine dönüştüğü halde, bireyin kapitalist dünyanın dışında durmaktan, kapitalizmin ulaşamadığı alanlara kaçmaktan, oralarda sınır çizmekten başka çaresi yok gibi. O halde sistemin içeri sızdığı ama henüz kristalleşmediği noktaların bütünüyle ele geçirilmesini, bu obur sistemin genişleyecek yer bulamadığı için kendi kendine çürüyüp çözülmesini beklemesi gerekiyor. Ancak toplu halde bu çözülmenin mikroorganizması olmak mümkün. Sözgelimi, yakınlarda Yunanistan’ı çarpan krize Yunan anarşistlerinin tepki tam olarak bu işlevi görüyor. Ne yaptı oradaki gençler? Krizi de, sonuçlarına katlanmayı da, ona bunları dayatan iktidarı da en temelden reddettiler. Sistemle uzlaştıkları an onun tarafından teslim alınılacaklarını bilerek, halkın bütününün önüne konan reçetenin kaybedecek şeyleri olduğuna inananların önüne uzatılmasını istediler. Yunanistan’da bir noktada sönüp gidecek olan mali kriz, bu tepki yüzünden sosyo-politik olarak etkisini bir zaman daha sürdürecek. İnsanoğlunun kronolojik olarak kökleri en derinde yer alan başkaldırısının şimdilerde kapitalizme görece en ciddi tehdidi oluşturması oldukça manidar. Yaygın kanının aksine insan doğası bu sistemle öyle temelden örtüşmüyor.

29 Mar 2010

MEDYA DENİZİNDE ŞİŞME BALYOZ

Medya denizinde şişme balyoz


Geçenlerde Taraf gazetesinden Alper Görmüş, kendi sözleriyle: “yağmur halinde enformasyonun o enformasyona olan ilgiyi azalttığına” dair endişelerini dile getirdi. Görmüş Taraf’ta son dönemde yapılan haberciliğe toplumun yeterince ilgi göstermediğini düşünüyor olabilir. Aslında bu durum sadece Taraf’ın haberleri için de geçerli değil. Uzunca bir süredir gazete sayfalarında cayır cayır yanan manşetler, halkın gözünde samanalevi gibi parlayıp sönüyor. Bu durumu okuyucuların dozaşımına uğramaları ile açıklamak mümkün, ancak tek başına yeterli sayılmaz. Birkaç hafta önce her gün çok sayıda günlük gazeteyi takip ettiğini bildiğimiz Hakkı Devrim, Türkiye gibi gündemi yoğun bir ülkede, neler olup bittiğini derleyip toparlamak açısından birbirini tamamlayan iki gazeteye ihtiyaç olduğunu ifade etmek gereğini duymuştu. Hakkı Devrim’e göre, günlük bir gazetenin yanında haftada bir yayımlanan toparlayıcı bir gazete önemli bir eksikliği giderebilirdi.

Haftalık bir gazete gerçekten iyi fikir. Sosyal bilimcilerin olduğu kadar sistem bilimcilerin de ileride analiz etmeye davranacakları bir ülke oldu Türkiye. Bir yandan küresel kapitalizmin diğer yandan ekonomizmin baskısıyla toplumsal kramplar yaşayarak deviniyor. Haliyle gündemi de inanılmaz hızlı; parçaları birbirine ekleyerek olan bitene dair anlamlı bir seyir rotası çizmek kolay değil. Bununla birlikte böylesi bir rotaya çok ihtiyaç duyacak sosyal sınıfın boynundaki yakanın en üst ilmekten iliklenmiş olması gibi ciddi bir handikap söz konusu. Türkiye’de Batı’dakinden çok daha ağır şartlarda çalışan, bütün o yoğunluğun yanında yaşadıkları kentin elverişsizlikleri ile de başa çıkmaya çalışan beyaz, açıkmavi yakalı büyücek bir nüfus var artık. Halihazırda bu insanlar şirketlerin onlara sunduğu dünyanın ötesi ile ilgili bütün enformasyon alışverişlerini, hafta sonlarının magazin soslu gazetelerine, televizyon haberlerine ve netten gelen ne idüğü belirsiz powerpoint sunumlara bağladılar. Bu kesim için haftalık bir gazete, en azından içinde yer aldıkları sistemi takip edebilmeleri ve anlamlandırmaları açısından faydalı olacaktır. Çalışan nüfusun bu donukluğu, iktidar sahipleri için bulunmaz bir nimet olduğu kadar, toplumun alt katmanları ve genel sağlığı açısından da aynı ölçüde tedirgin edici. Zira görünen o ki az düşünen, çok çalışan kısmen eğitimli bir tabaka giderek oransal olarak artacak; yalnız gençlikte ve emeklilikte ülkenin meselelerine ilgi duyan, fazlasıyla bencil ve ürkek bir rey deposuna dönüşecek.

Öte yandan olay dizgilerini yan yana getirme fırsatı bulamamaları ülke gündemine olan duyarsızlıklarının tek nedeni de sayılmaz. Dizilerle, talk showlarla filan civar ülkeler üzerinde çok etkili olduğuna kanaat getirdiğimiz televizyonun bu durgunlukta önemli bir payı bulunuyor. Televizyonu milli bir böbürlenme nesnesine dönüştürmezden evvel, kendi milletimiz üzerindeki işlevine bir göz atmakta fayda var. Türkiye’de televizyon, zamanında Amerikan toplumu için olduğu, ve gerekli altyapıyı kurup bıraktığı kadar tehlikeli bir hal aldı. Amerikalıların dünyanın en çok televizyon seyreden, buna karşın dünya meselelerine en kayıtsız toplumu olmaları Amerikan televizyon haberciliği ile yakından ilgilidir. Amerikan televizyonlarında bir devlet sansürü yoktur, buna karşın sistemin bir oto sansüründen rahatlıkla bahsedilebilir. Chomsky’nin zamanında Amerikan medyası için yaptığı: reklam veren kuruluşların satın alma psikolojisiyle uyuşmayan ciddi programlardan kaçınması, bunun sonucunda da izleyiciyi yormadan eğlendiren bir biçimin ortaya çıkması öngörüsü bugün Türkiye için bütünüyle geçerli. Haber ve tartışma programları bir süredir tuhaf bir yapıya büründü. Gündemin bunca yoğun olduğu bir ülkede, bu toz duman arasında biteviye söyleyecek söz bulmak şüphesiz zor değil, ancak argoda çok anlamlı ifade edilegelen nitelik/nicelik ilişkisi, ekranlardan halihazırdaki toplum algısına pek olumlu katkı yapmıyor. İzleyiciler birer televizyon karakterlerine dönüşmüş medya mensuplarının ardışık ve etkileşimli düşüncelerini, neredeyse eğlence programları havasında seyrediyorlar. Tartışma programları sayı yapılmayan masa tenisi maçları gibi. Polemik konuları ve ekipleri belli, polemikçiler ortaya koydukları fikirlerden çok teatral yetenekleri ile ön plana çıkıyor, hatta süper kahramanlar gibi, ‘supersona’larını güçlendirmek niyetiyle referansları ile bağları kopuk kostümlere bürünüyorlar. Zaman içinde popçular için olduğu gibi siyaset yorumcuları için de, ‘beş yıl önce nasıldı, şimdi nasıl’ şeklinde bir program yapılır mı bilinmez. Guy Debord, medya içindeki sözde ayrımın ardında aslında ısrarla istenen gösterisel amaç birliğinin yattığını söyler. Türkiye’nin gündeminin bir gösteri havasında tartışılması şüphesiz meseleleri fena halde sulandırıyor.

İzleyiciler