26 Tem 2010

İKTİDARDAN KORKMAK

İKTİDARDAN KORKMAK


Türkiye konuşmaya devam ediyor. Referandum tartışmaları ile birlikte fütursuz fikir çarpıştırmanın iyice tadına varıldı. Mesele şu aşamada Demokrasi algısı üzerine devrildi gibi görünüyor. İster istemez pek düşünülmedik konuların gündeme gelmesi için oldukça uygun bir zemin bu. Bunun genelgeçer için sarsıcı bir yanı da var kuşkusuz. İktidar kavramının inceden mercek altına alınması mesela, bütün bu sürecin belki de en beklenmedik tarafı.

Platon insanı bir başına var olamayacak bir canlı olarak kabul eder. Toplum düzeni olarak gördüğü şey, insanların birbirlerine duydukları ihtiyaçlar nedeniyle bir araya toplanarak ahenk içinde devinmesidir. Bu birlikteliğin ve ahengin getireceği zenginliğin zamanla çeşitli tehditlere maruz kalacağına inanır. O halde toplumun ihtiyaçlarının düzenlenmesi ve doğru şekilde birbirleri ile ilişkilendirilmelerinin yanında; bir de bireylerin ahenge uygun bir düstur altında hareket etmeleri gereklidir. Bundan da ötesi, toplumun dış etmenlerden korunması gibi bir zorunluluk vardır. Platon işte bütün bu akışı kontrol etmeyi yönetmek olarak görür. Bu görevin de toplumdaki en nitelikli bireylerce yerine getirilmesi gereğine inanır. “"Toplumlar filozofların kral, ya da kralların filozof olduğu güne kadar rahat huzur yüzü görmeyeceklerdir," sözü filozof Platon’un nitelikli birey tarifini de açıklar. Bu tarif görüldüğü gibi pek objektif sayılmaz.

İsmet Berkan 2 sene kadar önce, ABD’nin kuruluşu ve bu ülke siyasetindeki iki temel görüşün ayrışması üzerinden yönetenlerin “halktan korkma” halini bir dizi halinde yazmıştı. Referandum sürecine girdiğimiz günlerde Amerika’nın üçüncü başkanı Thomas Jefferson’un sözleriyle aynı konuyu yeniden gündeme getirdi; Jefferson’un sözlerinin tamamı şöyle: “Amerika’da iki parti var. Halktan korkanlar partisi ile korkmayanlar partisi: başka bir deyişle, bir elit azınlığın ülkeyi yönetmesini isteyenlerin partisi ile istemeyenlerin partisi.” Jefferson halk ve elit tanımlarına şüpheyle bakan bir politikacıydı. Aynı toplumu oluşturan bireylerden bazılarının, diğerlerine kıyasla toplumun bütünü için daha doğru kararlar verebileceğine inanmıyor, böylesi bir yapıyı büsbütün yanlış buluyordu. Bu perspektiften yönetenlerin halktan korkma paradoksuna dair çarpıcı ifadeleri var: “Bazen insanın kendisini yönetmesine güvenilmemesi gerektiği söylenir. O zaman insanın başkalarını yönetmesine güvenilebilir mi? Veya insanı yönetmesi için krallar kılığına bürünmüş melekler bulabilir miyiz,” Jefferson’ın sözlerinin, Platon’un eldeki kralları filozofa dönüştürme arzusu ile ironik bir ilişkisi var sanki.

ABD’nin kuruluş aşamasında Başkan Jefferson ile aynı düşünceleri taşımayan, halka farklı bir gözle bakarak, devlet kurumunu halk iradesinin elit eliyle yönetilmesini sağlayan rasyonel bir sistem olarak gören siyasetçiler de vardı. Mesela ABD’nin bağımsızlık mücadelesinin önemli figürlerinden, üstelik Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nin mimarlarından Alexander Hamilton, sıradan insanın tutku ve hırslarının akıl ve adaletin emirlerine uymayacağını düşünüyordu. Hamilton’a göre devlet vatandaşını kontrol etmeli, onu kurumun önceden belirleyip yücelttiği değerler doğrultusunda idare etmeli, bundan daha önemlisi bir diğerinden korumalıydı. Hamilton ve Jefferson ve dahi temsil ettikleri düşünceler, ABD siyasetinde pek çok kere karşı karşıya geldiler, halen de bu durum devam ediyor: Ancak hangi düşüncenin izdüşümü iktidara gelirse gelsin ABD halkının yönetenleri ile ilişkisinde son kertede değişen çok bir şey yok. Bilindik bir söylemdir, bu ülkede çok küçük bir azınlık büyük bir çoğunluğu istediği gibi yönlendirir. Bu durum sadece ABD için mi geçerlidir?

Bundan birkaç ay önce Çin devleti, gazeteci olmak isteyenlere habercilikte Marksist kuram eğitiminden geçme zorunluluğu getirdi. Çin’de daha önce gazetecilik okullarında ders olarak okutulan Marksist gazetecilik, bundan böyle bir sertifika programı haline gelecek ve bu sertifikayı almayanlar -yabancı gazeteciler hariç- Çin’de bu mesleği icra edemeyecekler. Buna sebep olarak liberalleşen ekonomi sayesinde reklam gelirleri artan gazete ve televizyonların giderek Çin Komünist Parti’sinin söylemlerinin dışına çıkması gösteriliyor. Marksist kökenlerini unutan ve uyanıklaşan gazetecilerin, özel sektörden çevre felaket haberlerini basmamak için çıkar sağlamaya başladıkları, yahut partiden istenilen tarzda haberler yapmak için maddi destek bekledikleri belirtiliyor. Anlaşılan bir süredir Çin’de Çin Komünist Partisi’nin yönetenlerinin beklediği türden haberler yapılmıyor. Çin haber ajanslarından gelen bilgiye göre, Çin’de yönetenler yeni uygulamayı şu şekilde savunuyorlarmış: “Devlet kamuoyunu yönlendirmelidir, çünkü ülkemizde olayları doğru olarak anlayamayacak, yeterince eğitimli olmayan pek çok vatandaş vardır, her haberin sosyal etkisinin hesaplanması, sonuçlarının ülke ve rejim yararına olup, olmadığının değerlendirilmesi gerekir.”

Guardian’da Peter Preston “Avrupa’nın özgürlük mabetleri sarsılıyor” başlıklı bir makale yazdı geçenlerde. İtalya’da Berlusconi’nin mimarı olduğu baskıcı kararnameleri eleştirdi. Aynı makale içinde Macaristan, Polonya, Çek Cumhuriyeti, Romanya, Slovenya ve Slovakya’da komünizm sonrasında özgürlükler açısından arpa boyu kadar yol alınmadığını ve Rusya’nın gitgide daha otokrat bir yapıya büründüğünü de not düştü. İşin doğrusu, rejimler ne olursa olsun kürede yöneten, yönetilen denklemi süreğen bir sabit gibi görünüyor. Yönetenler yönettikleri halktan her koşulda çekiniyorlar. Bu yerel demokrasiler için de böyle, küresel demokrasi açısından da. Peki ama neden?

Berkan konuyla ilgili önceki yazılarında Türkiye’de başlangıçta halktan korkmayan partilerin iktidar dahilinde nasıl halktan korkan partilere dönüştüklerini de ele almış, bunu iktidar dahilinde ele geçirdikleri imkanlardan ziyadesiyle memnun olmaları ve elden kaçırma korkularıyla açıklamıştı. Kuşkusuz bu tespit yalnız Türkiye için geçerli değil. Bilindik tarih boyunca yöneten ve yönetilen arasında sömürü düzeni şekil ve boyut değiştirmek suretiyle aslında hep var. İlkin küçük bağımsız topluluklar içinde birbirinden ayrışan iki sınıf arasındaki ilişkiler, zamanla iç içe geçmiş çeşitli katmanlar üzerinden süregitmekte. Bir küçük topluluk içinde yöneten sıfatı taşıyan bir kişi, başka bir boyutta yönetilen olması nedeniyle denklemin aslını da sorgulayamaz hale geliyor. Bahsettiğimiz denklemin değişmez faktörlerinden biri, yönetenlerin yönetilenler ile olan ilişkilerinden hak etmediklerini bir çıkar elde etmeleri olsa gerek. Politikacıların her fırsatta dile getirdikleri meşhur “halka hizmet” zırvası, olasılıkla içten içe bilinen bu huzursuzluğun refleksi. Bu açıdan yönetenlerin korkusu sonuçta rasyonel bir zemine oturuyor sayılır, ancak yönetilenler açısından kim olursa olsun iktidarlara güvenmenin bir mantığı var mıdır? Hangi piramit yapı gerçekte kutsanabilir samimiyettedir?

Şu anki referandum sürecinde hararetli bir şekilde özgürlükler üstelik en kavramsal haliyle tartışılmaya başlandı demiştik. Ancak kabul etmek gerekir ki henüz geçmişlerde bir yerdeyiz. İçinde bulunduğumuz yüzyıl iletişimdeki müthiş ilerleme sayesinde öncelikle yöneten ve yönetilen ilişkisinin sorgulandığı bir aralık oldu. Kürede artık internet vasıtasıyla, birlikte ve eşit hareket eden, sözkonusu denklemi biteviye sorgulayan, sayıları da gün geçtikçe artan pek çok insan var var. Onlar için ne rejimler, ne yasalar, ne ayarlamalar/uyarlamalar önemli. Nihilist ve apolitik bir tutum aldıkları için değil, farklı farklı kaplar içinde aynı yemeğin biteviye önlerine sürüldüğüne uyandıkları için müstehzi bir vurdumduymazlık içindeler.

kbenli@superonline.com

Hiç yorum yok:

İzleyiciler