7 Eki 2010

İSTANBUL MARTISI OLMAK

İSTANBUL MARTISI OLMAK




“Martılar ki sokak çocuklarıdır denizin” der Can Yücel.

Bunu Datça’nın tuzu kuru martıları için değil, yiyecek bir şeyler bulmak için boğazın üzerinde çırpınıp duran İstanbul’un biçare martıları için söyler. “Martılar ki” şiirinde onların soğuktan moraran kanatlarını öfkesiyle ısıtmak ister. Olasılıkla şehrin dönüşmesi ile birlikte çetrefilleşen yaşam koşullarının boğazın bu eski sakinlerini ne kadar hırpaladığının farkındadır. Şairler zamandan, kimi zaman kesit alır.

“Martılar ki” şiirinin yayımlandığı 80’li yılların İstanbul’da hem martılar, hem insanlar için zor bir dönem olduğuna kuşku yok. Bir şeylerin bozulduğu ancak insanların da, martıların da henüz buna ayak uyduramadığı bir zamandan bahsediyoruz. Şimdilerde o çırpınış dönüştü. Artık İstanbul’un her koşulda yaşamayı becerebilen gözü kara martıları var. Onlar bu koşulların içine doğdular, bundan başkasını bilmiyorlar. Denizden avlayamadıkları balıkları, balıkçı tezgâhlarından aşırmaktan çekinmiyorlar. Olmadı diğer kuşları, hatta farklı martı türlerini parçalayıp yiyorlar. Bunları beceremeyecek kadar zayıf olanlar kentin çöplüklerinde yuvalanmayı seçiyor. Türün beslenme alışkanlıkları değişti, sürü davranışları saptı. Bazıları akıl almayacak derecede irileşip semirdiler. Kente ayak uydurdular; anladık ki martıların da insanlar gibi adaptasyon yetenekleri sıra dışıdır: Kendilerini içinde buldukları her düzene uydurmanın üstesinden gelirler.

80’lerin başında İstanbul şimdi dönüştüğü şeye doğru sessizce yol almaya başlamıştı. İkinci burjuvazi akımı (liberal burjuvazi) iyiden iyiye alevlenmiş, üçüncü burjuva akımının (İslami Burjuvazi) fitili ateşlenmişti. Kent geçen zaman içerisinde bu “üçlü sarmalın” arasında giderek boğuldu. Bununla kalmayıp önce prematüre bir pazar ekonomisi, daha sonra ise çılgınca bir iç göç ve her renk para ile tanıştı. Eski Dünya’nın bu yaşlı kentinin zemini 12 Eylül kazısından sonra bunca ağırlığı kaldırabilecek halde değildi. Küresel kapitalizmin üzerine binen ağırlığı ile çökerek içinden çıkılması güç bir kapitalizm çukuruna dönüştü. Kentin artık Anadolu’da daha önceleri bambaşka nedenlerden, başka başka köşelerde deneyimlenen: merkezdekini dibe iten, çevresindekini merkeze çeken bir karadelik olması kaçınılmazdı: Merkeze yahut merkezin dışına ait pek çok değer, inanç, ilişkilenme/ilişkilendirme biçimi bu karadelik içinde buharlaşıp gitti. Bununla koşut olarak kentin estetik dokusu mutasyona uğradı, toplumsal yaşam alt üst oldu.

Şimdilerde İstanbul büsbütün fiziksel manada dahi içinden çıkılması da, içine girilmesi de güç tuhaf bir kent azmanı. Kenti oluşturan köylerin arasındaki boşluklar insan havzaları ile dolu. Dağınık merkezli yapı bu halde birbirini sıkıştıran, hatta birbirinin içine sızarak birbirini zehirleyen bir biçim arzediyor. Kentin sınırları yok, nereye kadar nasıl uzayabileceğini, genleşebileceğini kestirmek zor. Tasarlanabilir, yönetilebilir, kontrol edilebilir değil. Bu haliyle içinde yaşayanlara kendisinin bir parçası olmak fırsatını vermiyor/veremiyor; onlara bütün vaat edebildiği bu dev organizma içinde bir tür asalak olmaları. Bu halde içinde gerçekte onu benimsemeyen ancak başka bir yere karşı da aidiyet hissetmeyen ürkek ama saldırgan, kıstırılmış bir güruh barındırıyor. Kentin varsıllığı dahi tutsaklığa dönüştüren bir kapitalizm mıntıkası olmaktan başka çaresi yok gibi.

İstanbul’un yeni insanlarının bu yabancılaşma sürecini durdurup kentin dışındaki dünya ile sağlıklı ilişkiler kurmaları güç. Zira İstanbul’un insanları - hangi gelir seviyesinde olursa olsun- çılgın bir türbülans içinde ayakta kalmaya, yok olup gitmemeye alıştılar. Bunu kotarmak için kendilerini parçası oldukları coğrafyanın referanslarından biteviye koparan refleksler geliştirmek durumunda kaldılar. Bu halde ideolojik manada Anadolu’nun kalanından gitgide uzaklaştılar. Ancak bu neslin para kazanan kısmına artık sadece burada bulunmak yetmiyor artık. Başkasını bilmemelerine karşın kitle iletişim araçları vasıtasıyla farkına vardıkları dış dünyayı merak ediyor, yeni bir şeyleri denemek istiyorlar.

Geçen seneler içerisinde özellikle Ege kıyılarında kimi köyler kapitalizmin göz kırpışıyla bu kesim için usulca yeniden tasarlandı. Buralar 4 yıldızlı otel alışkanlığıyla bir çeşit paket tatil köylerine dönüştürüldü. Böylelikle büyük kentin para harcamak isteyen sakinleri bir nebze olsun kendilerini kapana kıstıran cendereden uzakta olduklarını hissedebilecek, kendilerine kentin vermediği aidiyet duygusunu bu küçük köylerde biraz olsun duyumsayacaklardı. Postmodern dünyanın meta-nostaljisi içinde durduk yerde estetik anlamlar kazanan bu köyler -hatta bir tür yaşam biçimi- kalın rötuşlarla bu gelir kesiminin beğenisine sunuldu. Bu mekanların tanıtımlarını “gustocu köşe yazarlarının” yaz yazılarında sıklıkla görmek mümkündür. Bir türlü huzur bulamadıkları bir kentin içinde savaşarak yaşamaya alışmış ve başkasına dair hiçbir fikri olmayan insanlara böylesi bir ürün şüphesiz pazarlanabilirdi. İstanbul’un arayış içinde olan insanları gene bir İstanbul refleksiyle kaçış yeri olarak bu “butik” köyleri hırsla benimsediler. Ancak tüketimciliğin genel dinamiği, referanslarından koparılmış “butik köylerin” yüzer gezerliği, arayış içinde olan ve maddiyat merkezli bu kesimi bir noktadan sonra tatmin etmez oldu. Aynı zamanda bir şey daha oldu tabii: Yerelle tanıştılar, yerelin sahip olduğu imkanların cazibesine kapıldılar.

Son birkaç sene içerisinde söz konusu kesim bir sermaye yağmuru olarak Ege kıyılarından başlayıp neredeyse bütün kıyılara yağıyor. Bu durum klasik bir yazlıkçı mantığının ötesinde bir tür yarı zamanlı göç gibi: İşletmeler açıyorlar, şirketler kuruyorlar, bunları yaparken İstanbul’da yaşamanın getirdiği bütün refleksleri haliyle fütursuzca kullanıyorlar. Yerel insanlar daha önceden tanıdıkları sosyal yaşama müdahale etmeyen, izleyici olmakla yetinen yabancılara benzemeyen bu yeniler ile bir türlü senkron tutturamıyor. Ulaşılması kolay her köşe hızla 80 sonrası İstanbul’a dönüşüyor. Türkiye’de bir süredir yeni bir iç göç dalgası sürüp gidiyor. İstanbul’un zor koşullarında yaşamaya alışmış, değişmiş/dönüşmüş martıları yavaş yavaş sahillerin sakin martılarının hayatlarını tehdit ediyor. Bu akımın yerel yaşamları tahmin ettiğimiz ölçüde hızla değiştirmemesini, en azından İstanbul martılarının Datça’da Can Yücel sokağının üzerinden uçmamasını dileyelim.



kbenli@superonline.com

Hiç yorum yok:

İzleyiciler