Enseyi karartmamak için: Değişim!
İLLÜSTRASYON: HİCABİ DEMİRCİ
12/09/2008
Son birkaç sene içinde bozulmadık pek bir ezber kalmadı. Halkın kendisini huzurlu hissetmesini sağlayan birinci duygu ‘güven’ travma üzerine travma geçirdi. Apaçık bütün çıkarların çatıştığı bir kavga döneminin içindeyiz. Bütün bu keşmekeş ve belirsizlik, şüphesiz bu ülkenin insanlarını -en çok da gençlerini- derinden etkiliyor
KAAN BENLİ (Arşivi)
Türkiye’nin feci bir süratle devinen gündemi doğrusu dayanılır gibi değil. Neredeyse her yeni hafta içinde yeni bir sarsıcı resim ile karşılaşıp, aklımızdaki yerleşik değerleri, kurumları bir kez daha gözden geçirmek durumunda kalıyoruz. Son birkaç sene içinde bozulmadık pek bir ezber kalmadı. Halkın kendisini huzurlu hissetmesini sağlayan birinci duygu ‘güven’ travma üzerine travma geçirdi. Apaçık bütün çıkarların çatıştığı bir kavga döneminin içindeyiz. Bütün bu keşmekeş ve belirsizlik, şüphesiz bu ülkenin insanlarını -en çok da gençlerini- derinden etkiliyor. İnternet forumlarına şöyle bir göz gezdirmek onların psikolojisinin nasıl bir savrulma yaşadığını anlamak için yeterli. Tarihin, eğitimin ve insan onurunun en uçlara itelediği sapkın ideolojilerin, ipe sapa gelmez komplo teorilerinin genç nüfusun dimağında cirit attığı bir zaman aralığını yaşıyoruz. Bu süreci umutsuzluk ve yeis içinde izlemek kuşkusuz doğal olanı. Bir diğer yol ise Çetin Altan üstadın “insanlık kötüye gitmez, enseyi karartmayın” sözlerine kulak vermek.
Arkeolojik bulgular bize insanların temel duygular ve akıl bakımından binlerce yıldır pek değişmediğini gösteriyor. Uzun evrim merdivenlerinde karılan bu karakteristikler, kuşkusuz kolay kolay farklılaşamazlar. İnsan öz olarak çok uzun bir süredir aynı yerde duruyor. Ancak aynı süre zarfında yaşam biçiminde dikkat çekici değişiklikler hep olageldi. Bunun nedenlerini incelemek değişimin mantığını algılamak noktasında önemli. Zira enseyi karartmamak için öncelikle olan biteni değişim sözcüğü ile açıklamak zorundayız.
Döngünün sonu
İnsanlar avcı toplayıcı olarak yaşarken hayatlarında değişimi gerektirecek hiçbir neden yoktu kuşkusuz. O nedenle aynı yaşam biçimi oldukça uzun bir süre yeryüzünde hiç sorunsuz devam etti, hâlâ da değişimin dayatmadığı coğrafyalarda avcı toplayıcı küçük toplumlara rastlamak mümkün. Ne var ki, bu kadar şanslı olmayan diğer bazı bölgelerde, buzul çağını takip eden süreç içinde olan iklimsel değişiklikler, mesela su seviyesinin yükselmesi, insanı hayatta kalmak için yeni beslenme yöntemleri bulmak zorunda bıraktı. Sözgelimi Mezopotamya’daki insan, hayatta kalabilmek için bitki ve hayvanları evcilleştirmek yolunu seçti. Bu noktadan başlayan değişim, insanı biriktirilen besinleri depolamak için yeni yapılara, dolayısıyla teknoloji ve materyale gerek duyurdu. Bu döngünün sonunda nereye varıldığını hepimiz iyi biliyoruz.
O halde insanı değişime iten esas şeyin, dış dünyadan gelen bir tehdit olduğu konusunda pek bir kuşku yok görünüyor. Kısacası evrimci perspektife göre, insanı tehdit eden dış faktör eğer onu ezecek güçte değilse, insanın yaratıcı bir tepki vermesiyle göğüslenebilir. Bu noktada bir değişim başlar ve mürekkep (kompleks) sistem kurulur. Bir bakıma değişimin doğası ve büyüklüğü, insanla ona meydan okuyan oluşumun bir entegrasyon içinde birlikte yaşamaya hazır olup olmadıkları ile ilgilidir. Birlikte var olmalarına, yani statik ve dinamik gücün buluşum noktasına uzlaşma diyebiliriz. Böylelikle farklı ünitelerin karmaşması sağlanır; izolasyona ve sonuçta yok olmaya yol açacak, parçalanmaya (fragmentasyon) giden yol tıkanır. Zira doğanın matematiğindeki ikili denge teoremi, bu halde karşıtlık ve birbirini tamamlayıcılık bunu gerektirmektedir.
Özetle Türkiye’nin içinde bulunduğu durumda bunca zıtlığın, çatışmanın, kavganın birbiri ardına patlamasının sistemik düşünce açısından açıklaması yok değil. Bir kere dış faktörlerden beslenen ciddi bir değişim sürecinin dayatıldığını ilk elden kabullenmek gerekiyor. Bu sürecin nasıl evrileceği ise sıradan yaşamlarımızda bundan daha önemli.
Makro değişim
Türkiye sistemini şüphesiz yerkürenin bütününü etkileyen makro değişimin dışında göremeyiz. Tarihin son yüzyılında dünyada olan biten, geri kalan zamana kıyasla değişim açısından tam anlamıyla fark atıyor. Bir kere bu asır içinde insan ömrünün yüzde 30 arttığını unutmamak gerekiyor. Bu yüzde 30 artışın nicelik açısından ne gibi bir değer taşıdığı tartışılır olmakla beraber, insan -en azından fiziksel manada- yerküre üzerinde artık daha uzun kalıyor. Yüzyıl başında 1.6 milyar olan nüfus şimdi 6.5 milyar civarında, yani sayıca da çok daha fazlayız, üstelik teknolojideki gelişim sayesinde çok daha mobil ve iletişir bir haldeyiz. Özetle dünyadaki bütün süreçlerin ve dahi beynimizdeki düşüncelerin hızının dikkat çekici biçimde arttığını baştan kabullenmemiz lazım. Bu durum kaçınılmaz olarak daha az stabilite ve toplumsal hayatta daha az tahmin edilebilirlik yaratıyor. Tutarsızlık ve tahmin edilemezlik öte yandan bireyin yaşamını son derece zorlaştırıp hatta kimi zaman imkânsız kılmakta. Bireyin varlığını sürdürmesi için çok daha dinamik ve çok daha değişime yatkın olması gerekiyor.
Düşünür Luttwak’ın turbo kapitalizm olarak nitelendirdiği 1980 sonrası kapitalizm, sözünü ettiğimiz değişimin çekim alanı dahilinde faaliyet gösterip, serbest girişimin stabil devlet regülasyonlarının dahi ötesine geçmesini sağladı. Bu durum nüfusla etkileşimli dinamik ve büyüyen bir ekonomiyi, bir tür yeni gerçekliği yarattı. Turbo kapitalizm ekonomik büyümeyi esas kabul eden ticaret temelli bir sistem oluşturdu. Bu sistem eğitimden politikaya kadar dinamik dünyada şu an her şeyi kontrol ediyor. Sürüp giden düzen dahilinde bir bakıma temel insan haklarının bu gidişata ayak uydurması bekleniyor. ‘Türkiye sistemi’ konumu gereği tam da bu rüzgârın önünde duruyor. 1980 sonrası bir politik liderin, yahut siyasi oluşumun Türkiye’yi dünyaya açtığına, değişimi sağlayıp çatışmayı sönümlendirdiğine gerçekten inanmak isterdik. Ancak bu romantik görüş bizi gerçeklerden uzaklaştırır. Bütün olan biten: Ciddi bir tehditle karşı karşıyayız ve içinde yaşadığımız sistem maalesef bununla etkileşime geçemiyor. Daha iyimser bir bakış açısıyla: şimdilik yaratıcı bir tepki veremiyor -ya altında kalıyor, ya da savruluyor. 1980 sonrasında Türkiye’nin başına gelenler bize göre ibret alınacak bir şekilde tezahür ediyor. Aynı nedenden bir baskın şeklinde başlayan sözüm ona değişimin travmasını halen gün be gün yaşıyoruz.
Şiddetli çatışma
İçinde bulunduğumuz kertede artık değişimin esaslarına biraz akıl düşürmekte fayda var. Zira değişim dediğimiz daha önce ifade ettiğimiz gibi “bireyle ona meydan okuyan oluşumun bir entegrasyon içinde birlikte yaşamaya hazır olup olmadığı” ile ilgili. Yani tehdide değil ama bu tehdide göğüs germe sürecine müdahale etmek, akıl düşürmek ve çözüm getirmek zorundayız. Başka bir deyişle: bu coğrafyadaki insanların kimliklerini kaybetmeden değişimi kotarmasını sağlamanın yollarını bulmamız gerek. Aksi alternatif başkalaşmak ki bu bir bakıma yok olmak, mücadeleyi kaybetmek anlamına geliyor.
Değişimi sağlamak için ise öncelikle çatışmanın şiddetini azaltmak ve savrulmaları dengelemek zorundayız. Değişimin anahtarı olan ‘diyalog’u toplumun her katmanında devreye sokmamız lazım. Zira uzlaşmaya yatkınlığın sağlanması bu sancılı süreçte toplumumuzu ayakta tutacak tek formül. Aynı nedenden şu an yönetenlerin liderlik yeteneklerinden çok moral olgunlukları önemli. Hangi görüşten olursa olsun diyaloga açık uzlaşmacı insanları benimsememiz gereken bir zamandayız. Zira başkalaşmanın üstesinden gelmenin yolu buradan geçiyor. Benliğimizi kaybetmeden var olup olamayacağımızı çok kısa bir zaman aralığı gösterecek. Unutmamak gerekir ki Anadolu’da kurulan medeniyetlerin bu noktada pek parlak olamayan bir sicili var.
Kaan Benli: Araştırmacı yazar
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder