25 Kas 2008

Çiftçiyi işsiz bırakmayın

Çiftçiyi işsiz bırakmayın

07/06/2005

Üstünden çok zaman geçmedi belki; ya da sarhoşluğunu bir türlü atamadık. 17 Aralık'ta öylesine sevindirici ve şaşırtıcı bir haber almış olmalıyız ki, o günden bu yana bekleme odasındaki oturuş pozisyonumuzu bile değiştiremedik.

KAAN BENLİ (Arşivi)

Üstünden çok zaman geçmedi belki; ya da sarhoşluğunu bir türlü atamadık. 17 Aralık'ta öylesine sevindirici ve şaşırtıcı bir haber almış olmalıyız ki, o günden bu yana bekleme odasındaki oturuş pozisyonumuzu bile değiştiremedik. Sanki bir ikinci açıklama daha yapılacakmış gibi aynı yerde kıpırtısız kalıp bekledik. AB otoritelerinin Türkiye projeksiyonlarını dahi allak bullak eden bir durağanlık hâkim oldu ortama, öyle ki 17 Aralık'tan sonra, referandumlara kadar AB topraklarında Türkiye'nin üyeliği ile ilgili kaydadeğer bir manipülasyon, ve/veya yaygın kanı oluşamadı.Bizim tutumumuzla ilgili bir yorum gerekirse: Belki de içinde bulunduğumuz dinginlik, önümüzdeki günlerde karşılaşacağımız güçlüklerin önemini tam olarak kavrayamamış olmamızla alakalıdır. Ancak gerçek durum bu da olsa, belirsizlikten sakınma endeksi düşük, özgüveni yüksek bir millet olduğumuz tümevarımı kanımca hâlâ geçerlidir. Garip bir panikHenüz birkaç ay öncesine kadar soluğumuzu tutup nişanladığımız hedefi şimdilerde çift görmekten paniğe kapılmamak başka nasıl açıklanabilir? Büsbütün şoka girdiğimizi, 17 Aralık'tan sonra olacakları hiç mi hiç hesaplamadığımızı varsayacak değiliz ya -tüm prototip eski kıta öngörülerini boşa çıkaran bu kayıtsızlıktır belki, bizi gerçekte AB'li yapacak olan. Bundan sonrasında da falso vermeden hareketli hedefi vurursak eğer, emin olun Türkiye'nin AB yolculuğu önemli bir oyun teorisi modeli olacaktır. Ancak şüphesiz AB'li olmak, sonuçta o kimliğin standart reflekslerini içselleştirmeyi dayatacak.Bu noktada -yeri geldiğinde kestirmeden sonuca ulaşmayı seven bir ulus olarak Batı düşünce sistemini salt taklit etmeye kalkmak bizi süreçte çıkmaz sokaklara sürükleyebilir.Aslına bakılırsa bu tür açmazları ufak tefek yaşamaya başladık sayılır. Örneğin AB müktesebatında en geniş yeri kaplayan tarım değil ama, tarımı şu anki algılayış ve onu ülke makro meseleleri içinde konumlandırma üslubumuz şimdiden çok moral bozucu.Müzakere sürecinde uygulanacak politikaları oluşturmak için yaptığımız antrenmanlarda anlaşılan o ki, bu politikaların oluşmasında etkin rol üstlenecek olan karar merkezleri, ne bugüne kadar olduğu kadar naif, ne de olması gerektiği kadar rasyonel davranabilecekler.'Örnek' değil yaratıcılık gerekMüzakere sürecine paralel kurulacak podyumun çekiciliğine kapılınacak; Türkiye'nin gerçeklerine uygun 'yenilikçi' çözümler aramak yerine, AB ülkeleri ortalamalarına, yahut geçmiş yol haritası örneklerine takılınıp, bu kez leğen yerine küvette kayık yüzdürülecek. Bu çözümsüzlük vodvilleri bu ülkede kimseye yabancı değil. Şu anki iktidarın şimdiye kadar ki en radikal kararının (TÜBİTAK'ın bütçeden aldığı payı birinci dünya ülkeleri seviyesine çıkarmasının) ardından ortaya çıkan tablo oldukça üzücüydü. Öyle ki herkesin hevesi kursağında kaldı; önemli bir ilk adım tökezleyip, ıskalandı.Türkiye'nin bundan sonraki inisiyatiflerinin tümü çözümlülük üzerine biçimlenmelidir. Müzakere süreci içerisinde AB temsilcilerinin bizim ülkemizin gerçeklerini bizden iyi anlamaları ve yorumlamaları mümkün olmadığı gibi, bunu fırsat bilip onları köşeye kıstırmamız, yahut mevcut duruma uydurmamız da bir anlam taşımamaktadır.Sonuçta Türkiye, küresel devinim sürecinde hızla iç içe geçen bir dokuya doğru ivmelenerek çekilmekte. AB'nin merkezinde reddedilen anayasanın merkezden uzaklaştıkça kabul görmesi bu yüzden hiç şaşırtıcı sayılmaz. Bu dinamizmi doğal bir oluşum olarak algılamak -bunun içine doğan Avrupalılara kıyasla bizler için daha kolaydır. Şu halde doğru bir birliktelik için Türkiye'nin gerçeklerinin AB tarafından bütünüyle anlaşılmak zorunluluğu vardır. Aksi durumda hasbelkader müzakereler denk gelip sonuçlansa da, bundan her iki taraf için de sağlıklı bir yapı çıkmayacak. Bu etkileşimde ise bize düşen sorumluluk, şüphesiz AB'ninkinden daha büyük bir parçadır. İsveç Büyükelçisi Anne Dismorr'un "AB ile en iyi müzakere şeklinin tamamen şeffaf durmak" önerisini dikkate almakta fayda var.O halde, öncelikle Türkiye'yi olduğu gibi görmeyi becermeyi, ardından bu gördüğümüz yapı için doğru ve yaratıcı çözümler üretmeyi denemeliyiz. Buçözümlerin 7-8 milyonluk ülkeler için üretilenler ile koşut olacağını varsaymak, yahut işi böyle kabullenmek, kanımca konuya pek odaklanamadığımız anlamına gelir. 70 milyonluk nevi şahsına münhasır bir ülke olduğumuzu kavramalı, 'tailor made' çözümlere ve projelere ihtiyacımız olduğunu bilmeliyiz. Bu çözümleri öncelikle kendi içimize sindirmeliyiz. Sektörleri kapalı devre oynatmaktan vazgeçip, geniş katılımlı, çok disiplinli konsensüsler oluşturmak zorundayız. 'Tarımcı' ile 'ekonomist' yetmezÖrneğin tarım ile ilgili yalnız tarımcıların ve ekonomistlerin dağarcığından çözümler bulmaya çalışmak, bu sektörün bu ülkede bir türlü renklenememesine, her şeyin siyah-beyaz değerlendirilmesine neden oluyor. Konuyu ancak bu disiplinlerin bilebildiği ve hayal edebildiği kadar tartışır, ancak o ölçüde anlayabilir olduk. "AB'ye kıyasla zirai işletmelerimiz çok küçük, onları hızla büyüteceğiz, oradan açığa çıkan nüfus belki acı çekecek ama başka çare yok" diyerek öncelikle kendimizi cezalandırıyor, Avrupa Birliği sürecinde ise büsbütün yanlış bir strateji izliyoruz. Bunlar hangi sosyal politikalar ile olacak? Halen şehirlerde biriken işsizler ile baş edemezken bundan sonrasının nasıl üstesinden geleceğiz?Sonuçta AB'nin bir parçası olacak bu coğrafyada nüfusun üçte biri tarımdan geçinmektedir. Öyleyse bu insanları tarımdan söküp atmak öncelikle sosyal bir meseledir. Hiçbir sosyal bilimci şu anki tartışma süreçlerinde aktif değil. Peki bu kıyımın sosyal boyutu ile kim ilgilenecek? Mühendislik disiplini içindeki tarımcılar mı, yoksa Avrupa'yı oradaki meslektaşlarının perspektifinden ibaret sanan liberal ekonomistler mi? Kendimize model olarak Avrupa'nınkini seçmişken, hâlâ tartışılan konunun 'AB'nin bizi isteyip istememesi' olması bir yandan çok dramatik aslında. Türkiye gölgesi ile özdeşleşmek alışkanlığını bırakmalı, artık bu kompleksleri aşmalıdır. 10 yıl içinde Avrupa'dan bir jenerasyon çıkar gider, bütün dinamikler değişir. Türkiye nasıl 30 yıl öncesinin dogmalarından vazgeçtiyse, kimse merak etmesin Avrupa da bunu becerir. Bu umutsuzluk hem AB, hem de kendimiz için en düşük bilinç düzeyini esas kabul etmemizden kaynaklanıyor.Büyük silah: İçtenlikBöylesi bir ortak payda kendimizi doğal olarak ifade edemememize yol açtığı gibi, zenofobik reaksiyonlardan da bir türlü başımızı alamıyoruz. Endişelerin doğru politikalar üretmemize engel olmasına izin vermemeliyiz. Kaldı ki bu sorumluluğu salt kendi vatandaşlarımız için de taşımıyoruz artık. Türkiye'nin AB yolculuğundaki en büyük silahı içtenlik, en dikkat etmesi gereken meselesi ise önceliklerinin doğru tespitidir. Şimdiye kadar en çok eleştiri aldığımız, insan hakları konusunda en duyarlı çevreler, bir yandan da AB yolculuğunda bize tam destek vermekteler. AB içinde geleceği temsil eden kesimin, Türkiye'ye bakışının olumlu olması önemli bir sinyaldir. Zaman geriye sarılmaz, meseleleri bu gözle incelemeliyiz. Sonuç olarak kabul etmeliyiz ki AB, IMF değildir. Sadece standartları tutturarak işin üstesinden gelmeye kalkmak bir işgüzarlıktan ibarettir. Tam tersi AB bir projedir aslında. Şimdiye kadar en başarılı olduğu alan ise Çerçeve Birliği programları dahilinde yaratıcı projelere milyarlarca avro destek aktarmak sayılır. Artık tartışmamız gerekenler küçük çiftçileri fonksiyonel kılacak, işsiz değil, çalışan sayısını artıracak, toprağı sağ tutacak makro projeler olmalıdır. Doğru bir koordinasyonla bu mümkündür. O hep yağ çektiğimiz gelecek nesiller, gelecekte salt bunu takdir edecekler.

Kaan Benli: Araştırmacı yazar


Hiç yorum yok:

İzleyiciler