9 Tem 2010

UCUZ ETİN YAHNİSİ

UCUZ ETİN YAHNİSİ


Şimdiye kadar pek medyada konuşulmayan bir konu, geçtiğimiz hafta içinde Türkiye’nin gündemini fena halde meşgul etti. Yükselen et fiyatları, et ithalatı, süt üretimi filan derken başta gazetelerin ekonomi yazarları olmak üzere pek çok köşe yazarı hayvansal üretimin ekonomisi üzerine nümerik analizlerde bulundular. Siyasetçilerimiz pek sevdikleri racon kesen abi rolü için bol bol fırsat buldular, sektör temsilcileri ise bu hengame içinde, seslerini duyurabildikleri ölçüde durumu tüketiciye izah etmeye çalıştılar. Sonuç: Sandığımızın aksine, çok az et ve süt tüketebilen, hayvansal proteine erişimi oldukça sınırlı bir millet olduğumuzu anladık. Et ve sütün sandığımız kadar pahalı besinler olmadığını fark ettik, bu besinlerin tüketimindeki azlığın halkımızın zeka gelişimine nasıl bir etkisi olduğunu düşünenlerimiz de olmuştur.

Şüphesiz çok kısa bir zaman aralığında dağınık bir halde medyada yer alan bunca bilgi, konuyla fazla ilgisi olmayan tüketici için bahsettiklerimiz dışında çok akılda kalıcı olamaz. Bu halde olunmasının sebeplerinin neler olduğunu çözümlemek sektör dışındakiler için kolay değil. O nedenle hükümetin söylemi olan: spekülatörler yüzünden, -yani yükselen fiyattan çıkar sağlayanların fiyatları yüksek tutması yüzünden- bu durumun oluştuğu, aynen pirinçte olduğu gibi ithalata izin verilerek bu spekülatörlerin çanına ot tıkanabileceği iddiası, yakın tarihinde karaborsacılar ve stokçulardan çok çekmiş halkımız için tereyağı gibi bir çıkarım oldu. Akabinde ithalatın başlamasıyla fiyatların düşmesi de yeterince güzel bir sağlama sayılabilir. Sorun haline gelen şeylerin çözümlerinin ne kadar kolay olduğunu halka göstermek Türkiye’de sağ iktidarların yıllardır başarıyla uyguladıkları bir taktik. Muhalefetin sadece şikayet etmek tembelliğinden de güç alan bu taktik, ne yazık ki halkın hep suyuna tirit bilgiyle yetinmesine neden oluyor. Hayvansal protein kaynaklarının üzerinde diğer pek çok alanda olduğu gibi bir miktar spekülasyon olabilir, ancak “bütün bu durum spekülasyondan kaynaklı, iki ince ayarla her şeyi yoluna sokarız” açıklaması sektörün insanlarını dehşete düşürecek kadar yavan.

Öncelikle içinde bulunduğumuz coğrafyada et ve sütle ilgili pek içaçıcı olmayan bir durum olduğunu, AB ülkelerinin pek çok alanda olduğu gibi, burada da rasyonalite üzerinden feci çuvalladığını bir tespit etmek gerekiyor. Endüstriyel hayvancılığın yarattığı çok temel bir sorun uzunca bir süredir AB’yi kasıp kavuruyor. Bir hastalık biterken bir diğeri uç veriyor, insan üzerinde ölümcül sonuçları olan BSE (deli inek) hastalığı yüzünden son 25 sene içinde milyonlarca hayvan öldürüldü (sadece İngiltere’de 4.4 milyon) ancak hala önü alınamadı. Türkiye batı usulü hayvan toplama kampları kurma yoluna gitmediği/gidemediği, otçul hayvanlara et yedirmeye kalkmadığı için, bu büyük fiyaskonun parçası olmadı. Ancak oralardaki gibi hayvancılık yapmamanın, mühendislikte o noktalara varamamanın bir bedeli de var kuşkusuz: Bonfile fiyatlarını karşılaştırırken bunu da aklımızda bulundurmak lazım.

Küresel ölçekteki ikinci konu 2007-2008 seneleri arasındaki girdi fiyatlarının yani yem maliyetinin artması, bu durum bir de Türkiye’deki kuraklıkla birleşince son iki sene hayvancılık açısından üreticiler açısından hiç kolay geçmedi. Et ve süt fiyatları bu dönemde artmadı, hatta sütte ciddi bir düşüş yaşandı (market fiyatlarına kulak asmayın, üreticinin cebine giren paradan bahsediyoruz). Bu noktada bir de üretici tanımı yapmak faydalı olabilir: Üreticiler Türkiye’de tarımsal üretimin her şeklinde olduğu gibi kıt kanaat geçinen insanlardır, dolayısıyla en ufak bir fiyat oynamasına karşı son derece kırılgan yapıdadırlar, geçtiğimiz iki senede yaşadıkları kimi sektör kuruluşlarının bas bas bağırıp seslerini duyuramadıkları bir neticeye neden olmuştur. Üreticiler geçimlerini sürdürebilmek için hayvanlarını kestirmeye mecbur olmuşlar, Türkiye’nin önemli bir değeri buharlaşıp gitmiş, gelecekte yaşayacağımız süt krizinin temelleri atılmıştır .

Üçüncü önemli konu ise bakanlık bürokratlarının haklı olarak yakındığı gibi hayvancılığın yapısal sorunlarıdır. Gerçekten de Türkiye’de şu an yapılan hayvancılık oldukça verimsizdir. Bunun çok temel iklimsel nedenleri var. Tarım Bakanlığı müsteşarı bunu çok iyi ifade etti: “AB ülkelerinde yukarıdan yağmur yağar, alttan yeşil çıkar”. Bunun yanında lojistikten başlayarak, çiftlik verimliliğine kadar uzanan ciddi eksikliklerimiz vardır. Bu durumu düzeltmek için Bakanlığın bir gayret içinde olduğu doğrudur. Ancak bunların sonuçlarını almak daha epeyce bir zaman gerektirecektir. Bunun yanında Türkiye’de BSE gibi mühendislik marifeti ölümcül hastalıklar olmamasına rağmen, ekonomik yetersizlikten kaynaklanan hastalıklar, genetik yetersizlik, verim düşüklüğü de varlığını sürdürmektedir. Reklamlarda gördüğümüz, sağlıktan yanaklarından kan damlayan hayvanlarımızın sayısı oldukça azdır. Bunları Türkiye’ye getirmek, bulunduğu koşul dahilinde üreticilerimizin çoğu için imkan dahilinde değildir. Halen küresel ölçekte çok az bir bölgede (Yeni Zelanda, Avustralya ve ABD’nin kuzey doğusunda), açık alanda yaşayan, sağlıklı, hastalıktan ari sürüler vardır. Çin ve Rusya başta olmak üzere pek çok ülke yüksek bedeller ödeyerek bu hayvanları ithal etmektedirler. Bizim üreticimizin şu anki ekonomik durumu, bu hayvanları almak için küresel rekabete girmeye uygun değildir.

Şimdi bu 3 faktör eşliğinde et ithalatını tekrar bir masaya yatıralım. Evet şu an fiyatlar düşüyor, ancak bunun bedeli nedir bilmiyoruz. İthalata izin verilen ülkeler: Estonya, Letonya, Litvanya ve Macaristan. Sektöre az buçuk ilgisi olan herkes bu ülkelerin hayvan arzının, ne olduğunu bilir. Bu ülkelerin BSE görülen ülkelerden (Almanya, İrlanda, Hollanda, Fransa) ithalat yaptığı sır değildir (bkz UN-IMTS). Söz konusu ülkelerde BSE’nin bittiği ise kocaman bir palavradır (bkz OIE) . Ellerinde sıkışıp kalmış genetik özürlü hayvanları bizim gibi ihtiyaç içindeki ülkelere kakalamak için nasıl bir lobi faaliyeti sürdürdüklerini sektör sivil toplum kuruluşları, bakanlık bürokratları çok yakından bilir. Bu zamana kadar, üstelik AB kapısında bekleyen bir ülke olmamıza rağmen bu baskıya karşı durmak aslında bir başarı hikayesidir. Şimdi gerçekleşecek ithalatla bu zamana kadar verilen mücadele delinecektir. Bunun peşi sıra Avrupa’dan ithalata izin verilsin seslerini duymaya başlayacağımızı tahmin etmek ise hiç zor değil.

Diğer konu ise fiyatların düşmeye başlamasıyla üreticilerin değil, spekülatörlerin devreden çıkarılacağı yanılsamasıdır. İşin doğrusu spekülatörler, bu operasyon sırasında (kimdir bunlar, orası da pek net değil) bütün faturayı besicilere çıkaracaklardır. Bu halde üreticiler, geçen yıllarda deneyimlediğimiz süt üreticilerin durumuna düşeceklerdir. Zarar eden, ve hayvan sayılarını azaltmak durumunda kalan besiciler bundan sonra daha da zorlanacak, fiyatların yükselişi tekrar ve daha harlı yeniden gündeme gelecektir. O halde ne olacak, ithalat nereye kadar devam edecektir?

Göründüğü gibi et ithalatı, böylelikle piyasanın terbiye edilmesi mevzusu bizlere anlatıldığından daha karmaşık. Öte yandan yükselen et fiyatları ve halkın alım gücünün bu fiyatlara yetmemesi de bir sorun olarak ortada duruyor. “Halka bu fiyatlarla et yedirmeye kimsenin hakkı yok” cümlesinin ardından çözüm olarak getirilebilecek onlarca önlem vardı. Sektör sivil toplum kuruluşları bunları madde madde sıralıyor, bir diğer yazıda bunları mercek altına alabiliriz. Çözüm olarak ithalatın seçilmesi fazlaca kestirme olmuştur. Buradan uyarıyoruz: Eğer bu işin devamı gelirse Türkiye vatandaşları AB’ye giremeden, genetiği bozuk AB inekleri Türkiye’ye girecektir.

Kaan benli

kbenli@superonline.com

Hiç yorum yok:

İzleyiciler