Dünya hiç böyle yoksul olmamıştı
11/07/2006
Geçen haftalar içerisinde İsmet Berkan köşesinde bir üniversite öğrencisinin Dünya Bankası Başkanı'na sorduğu soruya yer verdi: "Dünya Bankası küresel eşitlik için ne gibi katkılarda bulunuyor?"
KAAN BENLİ (Arşivi)
Geçen haftalar içerisinde İsmet Berkan köşesinde bir üniversite öğrencisinin Dünya Bankası Başkanı'na sorduğu soruya yer verdi: "Dünya Bankası küresel eşitlik için ne gibi katkılarda bulunuyor?" Herhalde Paul Wolfowitz'in söyleşilerindeki yasaklı sorulardan biriydi bu, sorulduğunda sinekkaydı tıraşa imkân tanıyan cinsten hani. Zira Dünya Bankası DTÖ ve IMF ile beraber aşağıdan yukarıya küreselleşmeyi sağlayan, refahın yaygınlaşması için parayı kullanan bir kuruluş olmak yerine, yukarıdan aşağıya küreselleşmeyi dayatan, sermayenin bekası için insani değerleri ihmal eden bir araç olageldi.Hemen ufak bir istatistik: Son UNDP araştırmasına göre halen insan popülasyonunun yüzde 20'si, küresel tüketimin yüzde 86'sının hakkından gelirken, geri kalan yüzde 80, yüzde 14 ile yetinmekte. Başka bir deyişle uymacılıkla suçladığımız bu kurumların yanında yer aldıkları küresel pazar ekonomisi, yerkürenin imkân tanıdığı üretimin çoğunu, nüfusun çoğunu pas geçerek dağıtmakta. Oranlar böyleyken küresel refahtan da, küresel eşitliğin istikbalinden de, küresel kurumların becerisinden de söz etmek mümkün değil şüphesiz. Yerel iktidar ve bankaların bazılarının durumu fena olmayabilir ama, küresel iktidar ve banka tam anlamıyla iflas etmiş bir haldedir.Berbat ekonomilerBerbat durumdaki ekonomilere senede ortalama 20 milyar dolar kredi veren Dünya Bankası'nı işletimsel performans olarak başarısız görebilir miyiz peki? Kanıksadığımız krizlerden merkez bankamız ne kadar sorumluysa küresel olarak can çekişen küre ekonomisinden de Dünya Bankası o kadar sorumludur. Ülkelerin bankaları nasıl ilerideki üretime karşılık borç alarak yerel ekonomiyi sürdürüyorlarsa, Dünya Bankası da kürenin kaynaklarından borç alarak şu anı idare etmek gayretindedir. Kısacası tüm yaptığı biçare küreyi tutsak almış ekonomik sisteme ayak uydurmaya çalışmaktır. Muhalif bir kurum değildir Dünya Bankası. Her ne kadar misyonunu dünyada hüküm süren fakirliği azaltmak olarak belirlemiş olsa da, ancak küresel kapitalizmin dozunu ve şeklini uygun gördüğü ölçüde faaliyetler geliştirebilmektedir. Hem kalkınma örgütü olup, hem işlevini fakirlikle mücadele etmek olarak belirleyip, hem de kürenin en büyük bankeri olmak tuhaf bir durumdur elbette. Gerçi biz Türkiye'de kurumların misyonlarına dair böylesi semantik absürdlükleri pek yadırgamayız ama, küresel manada olgu bir çelişkiyi işaret etmesi bakımından ilginç. Paul Wolfowitz'e sorulan soru tam da bu nedenden çarpıcı; öğrencinin düşünce balonunun içindekileri tahmin edelim: "Borç verirken, yatırım yaparken öncelikleriniz neler? Küresel sermayenin at koşturacağı ekonomik düzeni sağlayarak gelir adaletsizliğini nasıl önleyebilirsiniz? Harladığınız sistem, mücadele ettiğiniz yoksulluğun mimarı değil midir?" Küresel iktidarın duruşuBu noktada küresel kapitalizmin hamisi küresel iktidarın duruşunu analiz etmekte de fayda var. Dünya Bankası'nın destekçisi bizatihi bu küresel 'derin iktidar' zira. Kronik gündemimizden alışık olduğumuz derin iktidarla bir benzerliği yok bunun. Suç işlemek, yahut sistemi korumak için örgüt kurmak gibi değil; tam tersi suç işleye işleye sistemin bekçisi olmak, örgüt niteliği kazanmak gibi bir şey bahsettiğimiz derin iktidar. Devletlerin birinci dünyadan olanları, endüstrileşmenin serpilmesi ve kültürün buna ayak uydurarak dönüşmesi açısından Marksizm'den daha elverişli imkânlar sunan pazar ekonomisinin boyunduruğuna girdiklerinden beri, sermayenin ulusların hudutlarını aşıp uluslararası güç kazanmasına destek olmak durumunda kaldılar. Sermaye bir zaman sonra bu devletlerin iktidarlarının elini kolunu bağlayan, birbirleriyle ilişkilerini düzenleyen bir derin iktidar halini aldı. Sonuçlarını bile bile kurdukları DTÖ birinci dünya, üçüncü dünya filan tanımaz mesela, önemli olan çokulusluların kârlarını maksimize etmesidir. Bu gerek Brezilya tavuğunun Avrupa tavuk piyasasını duman etmesi yoluyla olur, gerek AB süttozunun Türk üreticilerin sütünü döktürmesi yoluyla. Bu noktada birinci dünya ülkelerini eleştirmek anlamsız, zira onlar da bu Frankeştayn ile hiç mutlu değiller artık. O halde küresel küresel, hep birlikte esir düşmüş olmalıyız: İktidar sahipleri ise ürünlerini tükettiğimiz, fabrikalarında çalıştığımız, yahut henüz sadece orada çalışanları tanıdığımız büyük çokuluslular. Bunların yöneticileri komplo teorilerindeki gibi gizli toplantılar yaparak mı biçimlendirir her şeyi? Bu şirketler tüm fenalıkları planlayan açgözlü adamlardan mı oluşmaktadır? Tam tersi zaman içerisinde açgözlü adamlar yaratan tuhaf bir denklemden oluşmaktadır. Irak ve körfez savaşlarını neden son kertede zorbaca bir petrol savaşı olarak ilan ettik? Çünkü o savaşlar sonuçta petrolün el değiştirmesini sağladı. Çokuluslular da sonuçta sefalet çekilmesine neden olmuyor mu? Dünya Bankası da esasen çeşitli yaptırımlar dayatarak ancak faizle borç verebilen bir fakirlikle mücadele kurumu. Ne kadar iyi niyetle çalışırsa çalışsın bu durum değişmez. Borç verip piyasalarını küresel sermayeye açtırdığınız ülke fakirleşmeye devam eder: En iyi ihtimalle vatandaşları endüstri işçisi olur, her gün her beş dakikası birbirinin aynı olan bir işi çaresizce sürdürürler, bu da hatırı sayılır bir yoksulluktur. Hal böyleyken bu sistem savunulabilir mi? Yahut bir diğer endüstri müptelası sosyalizm işleri yoluna koyabilir miydi? Her iki sorunun da cevabı hayır. Kürenin nüfusu şu an 6.5 milyar. Son 50 senede 4 milyon senelik insan nüfusundan daha çok sayıda insan geldi dünyaya. Buna karşın dünya hububat üretimi aynı sürede sadece üç kat artmıştır, son 20 senede ise bu artış el freni çekik seyretmektedir. Temel sektör tarıma geçildiğinde kürede epi topu 8 milyon insan yaşıyordu. Endüstri devriminden sonra ise her sene bunun 10 katı milyon ekleye ekleye devinir olduk. Bu 80 milyonun büyük çoğunluğu açlığın olduğu bölgelerde doğuyor. Bu cümlenin sonuna vardığınızda aramıza tam yedi yeni kişi katıldı demektir. Bebek başına hayvansal protein tüketimi ise aynı hızda düşmektedir. Temel sektör tarım yok olurken, ikinci derecedeki sektör endüstri durumu idare etmekte, üçüncü sırada gelen servis sektörü ise büyümektedir. Neden? Servis sektörüne kimin ihtiyacı vardır açlık sınırında? Üretim dağıtılırken es geçilen yüzde 80'in mi, yoksa yüzde 80'i yutan yüzde 20'nin mi?Fabrika ve hapishaneİnsanlığın 'resmi tarihi' insanoğlunun geçmişini hep açlık ve sefaletle boğuşurken resmetti (hem sosyalist hem kapitalist düzenlerde), halbuki oransal olarak şimdiki gibi bir sefalet hiçbir zaman görmedik. İhtiyacı olan şeyleri kendi üretebilen, otoriteyle ilişkisi sınırlı insan türü bu sistemde kabul göremezdi kuşkusuz. Fabrikalar ve hapishanelerin birbirlerinden kontrol ve yönetim sistemlerini kopya ettikleri bir dönemdir endüstrileşme. Geçmişle karşılaştırmalı olarak baktığımızda tek olumlu gelişme ise insan ömrünün uzaması olarak görülebilir. Ama bunu sağlayan bilim ve teknolojinin var olan ekonomik düzeniyle ne gibi bir alakası vardır ki. Tam tersine bilim ve teknoloji 'endüstriyalizmin' taşıyıcı anneleri kapitalizm ve sosyalizmin eline tutsak düşmüş, üretim için terbiye edilmiş durumdadır. Milyonlarca avroya karşılık gelen 'bilim ve teknoloji' hiçbir ekonomik değeri olmayan silah endüstrisine gömülmüştür mesela. Sovyetler ve Amerika çılgınca koruyup kolladıkları sistemle oyun teorisinin 'baskın stratejisi' silahlanmanın dahi üstesinden gelememişlerdir. Belki bu budalalığın nedeni oyunu hiçbir zaman akılla kurgulamamaktandır. Ancak insanın artık içine düştüğü bu darboğazdan onu çıkaracak sağduyuya ihtiyacı var. Sistemin aygıtlarını sivil oluşumlar içinde yeniden düzenlemeli ve yeni yüzyılı bambaşka biçimlendirmeliyiz. Unutmamalı ki nüfusun ve fakirliğin artışı biz ne yaparsak yapalım bir noktada duracaktır. Küre dengeyi kuracaktır. Önemli olan bunun bizim inisiyatifimizle olup olmayacağı. Kaan Benli: Araştırmacı yazar
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder