25 Kas 2008

Küreselleşme, AB ve tarım

Küreselleşme, AB ve tarım

15/10/2004

Yaz sonundaki Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) görüşmeleri, Türkiye gündemine yeni bir küresel farkındalık kazandırmıştı: Nüfusumuzun üçte birinin tarımın içinde nefes aldığını bir anda kavrayıp, 'yeni dünya ticaretinde' bu karakteristiğin olası izdüşümleri için endişelenmeye başlamıştık.

KAAN BENLİ (Arşivi)

Yaz sonundaki Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) görüşmeleri, Türkiye gündemine yeni bir küresel farkındalık kazandırmıştı: Nüfusumuzun üçte birinin tarımın içinde nefes aldığını bir anda kavrayıp, 'yeni dünya ticaretinde' bu karakteristiğin olası izdüşümleri için endişelenmeye başlamıştık. Bu tasa beklenmedik ve çok önemli bir gelişme olmakla birlikte, tarımsal bir ifade ile 'mono-kültür' seyrediyordu: DTÖ'nün bilinmez bir gelecekte üye ülkelere uygulayacağı yaptırımlara kilitlenmiştik. Anadolu'yu yüzlerce yıl doyuran, son 20 sene içinde birbiri ardına darbeler almasa yüzlerce yıl daha doyurabilecek olan bir tarımın yapısı, böylesi bir zeminden hiç dışarı taşmadan sorgulanıp gelmekteydi.Artan duyarlılıkGeçen hafta söz konusu endişeyi zirveye taşıyan bir ikinci gelişme yaşadık: AB İlerleme Raporu, DTÖ görüşmeleri ile beliren duyarlılığı enikonu azdırıp tarım sektörünü bir anda gündemin tam ortasına yerleştirdi. Şüphesiz bu haliyle bile süreç bir duyarlılığın başlangıcıdır. Tarım uzunca bir süredir bunca değer bulmamıştı bu ülkede. Kritik önem taşıyan konuların ayırdına varma alışkanlığını, herhalde demokrasimizi -AB tutkusuyla- hale yola koyarken edindik: Yıllarca kuru duran onca dala bir anda can yürütülebileceğini görmek kuşkusuz önemli bir deneyimdi.Kürenin en varsıl köşesinin hemen yamacında yoksul yoksul yaşamak kolay değil elbette; Türkiye yönetenlerinin sonuca odaklı manevraları bu minvalde oldukça anlaşılır. Kaldı ki böylesi hızlı reaksiyon dikkat çekici bir adaptasyon yeteneğini işaret ediyor. Küreselleşen kürede acar bir adaptasyon kısa vadede az gözyaşı demektir. Ancak kısa yolları ıskalamamak gerçekte bir açılım mıdır? Yoksa şu anki geçerli 'kazanan' kavramına usul usul yaklaşan Türkiye, her geçen gün daralan kürede sadece günü kurtarmanın mı peşinde?Bahsettiğimiz pragmatizm ile Türk tarımının sorunları, Türk demokrasinin sorunları kadar hızlı çözülemez bir kere. Zira 'tarım' artık uygulanabilir tarım politikalarının da ötesinde. Kaldı ki insanlık tarihi demokrasinin tarihi değil, ama tanıdığımız insanın tarihi, tarımın da tarihidir. Şu an küreye dayatılan endüstriyel tarım ise koskoca bir tarih içinde ancak ufacık bir zaman aralığına denk gelir. DTÖ görüşmelerinin tıkandığı, AB tarım politikalarının da bizim aile fotoğrafına yan taraftan başımızı uzatışımızla birlikte kilitleneceği öngörülen yer işte tam da burası.Kapitalist iştahTarımda eldeki kaynaklardan azami fayda sağlama iştahı, modernizm tarafından 'tarımda esasın insanlığın ihtiyacının karşılanabileceği kadar gıda hammaddesi üretmek' olmasına indirgenmiştir: "Nüfus hızla artmakta, gelişen teknoloji birim alandan daha çok verim alma fırsatı tanımaktadır, o zaman akılcı politika daha çok ve daha yoğun üretimden başkası olmamalıdır." Söz konusu üretimden para (daha çok para) kazanma fırtınası içinde şimdi içinde bulunduğumuz yokluğa yatırım yapma noktasına gelindi. Yani "Eğer nüfus sabit kalsaydı, şu an vazgeçilmez olan tarım yapma tekniklerine ihtiyaç olmazdı, bu ürkütücü, tuhaf üretim biçimi insanlığın ihtiyacı için şekillendi" demek aslında bir safsata. Böyle bir açıklama kapitalizmin bir toplumsal gereksinime karşılık gelişmiş bir sistem olduğunu varsaymak kadar uymacı.Kaldı ki geleneksel tarım modernizmin gazabına uğramasaydı, bunca insan, doğal ve sağlıklı ürünler ürettikleri kırsal çevreyi terk edip, kentlere göçmeyecek, daha az insanın ürettiği daha çok gıdaya ihtiyaç duymayacaktık. Su ve hava kirliliğini, toprağın ölmesini, biyolojik değişimin yarattığı çoraklaşmayı, bunların sonucu işlenebilir tarım arazilerinin günbegün azalmasını dert etmeyecek; enerji kaynaklarının azaldığını hesaplayarak, endüstriyel tarımın git gide daha pahalı bir faaliyet olmaya başlamasından endişelenmeyecektik.İşte o zaman bu tarımın mucidi çokuluslular, ellerine geçen her fırsatta transgenik ürünler harlanmaz ise üçüncü dünyadaki açlığın önlenemeyeceği 'yapay gerçeğini' kuru bir kederle fısıldayıp durmayacaklardı. Zamansız metamorfoza uğradı dediğimiz modernizmin başımıza sardığı bu endüstriyel tarım olgusu, modernizmin uğramadığı coğrafyalarda insanı metamorfoza uğratacak kadar keskin. İşler AB'nin halen muhalif durduğu şu anki otoritenin istediği şekilde gelişirse eğer, varılacak nokta ise kürece bu tarımla bütünleşmek, yani milyonlarca insanın işini gücünü, toprağını bırakması, çokulusluların şimdilik önlerine koyabildiği 'plastik' besinlerle yetinmesidir.DTÖ görüşmeleri birinci dünyanın yahut üçüncü dünyanın çiftçilerine değil, esas olarak bu akışa hizmet ediyor. Geçişler, anlaşmalar, verilen tavizler vs. işin detayları. Bu anlaşmalardan üçüncü dünya ülkelerinin kazanacağı hiçbir şey yok ki. Kaybedecekleri ise birinci dünyanın şimdiye kadar kaybettikleri kadardır. Kaybedilmiş uzlaşmaGüçlü çiftçi birliklerinin baskısı yüzünden işi yokuşa sürmeyi seçen AB ülkelerinin de başı dertte. Herkesin kaybettiği bir uzlaşma söz konusu ve tarıma bakılan perspektifin çapı genişletilmedikçe bu hiç anlaşılmayacak. Hal böyleyken AB ile uyum sağlama aldanmasıyla küçük işletmeleri ayıklamaya kalkmak faydacılık değil biraz işgüzarlık demektir. Öncelikle tanım karmaşasından sıyrılmak ve AB'nin gerçek tarım nüfusunu ve dokusunu doğru anlamak gerekir. Bu başka bir yazının konusudur, şimdilik bu noktada fena halde bir yanılgı içinde olduğumuzu söylemekle yetinelim. 'Otoritenin belirlediği minimum standartlar sağlandığı sürece, üretimin kimin tarafından yapıldığı önemli değil' demek, yaşadığımız yabancılaşma kazanının altını yakmakla eşdeğer. Kürenin her köşesindeki ticaret fanatiklerinin çaktırmadan söylediği ise bundan başkası değil. Oysa sağlıklı toplumlarda ne kadar kişinin ürettiği, ne kadar üretildiğinden çok daha önemlidir. Ne kadar çeşit üretildiği de öyle. Küçük tarlasında birden çok ürün ekebilen, bunların bir kısmını satıp bir kısmını tüketen kişidir çiftçi dediğimiz. Dev tarlalara, dev traktörlerle hormon ve kimyasal gübrelerle şişirilmiş tohumları ekmenin tarım insanlığıyla pek bir alakası yoktur doğrusu. Birileri eğer böylesi üretimlerin üstesinden gelip, rengi solan tarlalardan tuhaf ürünler kaldırmasalardı, şüphesiz gerçek çiftçiler topraklarından kopmazlardı. Topraktan kopan her çiftçi salt tüketici olmasaydı eğer bunca üretime de gerek olmaz, bunca işsiz ve yoksul şehirlerde dolaşmazdı. Kaldı ki doğada üretmek, dört duvar arasında zaman tüketmekten epey farklı, ürettiğini tüketmek ise bambaşka bir bilinç halidir. Bunun yok oluşu şimdilerde insanlığı rahatsız eden pek çok şeyin var oluşunun da nedenidir.İçi boş kavramlarÇiftçileri sadece aynı ürünü, yoğun girdi (plastik), yoğun enerji kullanarak yetiştirmeye zorlayan faktörleri tahmin etmek kolay ama bu 'ekonomik boy' yanılsamasının verdiği zarar 'modern zamanlar' perdesi ardından artık o kadar net algılanmıyor. Dünya fiyatlarını dünya arz ve talep koşullarının belirlemesi gerektiği bir tür ilüzyondan ibaret. Bu dünyada sınırlar var olduğu sürece tarımsal üretimde küresel bir arz ve talepten bahsetmenin ne manası var? Dünyada hem arz, hem de talebi yönlendiren ticaret erbabı 'büyükler' var ki bu iki kavramın da artık içi boş zaten. Küreyi gerçek anlamıyla doyurmak politik ve ekonomik fedakârlıkla ilgili, az sayıda bireyin çılgınca üretmesi insanlığı ancak sanal hedeflere ulaştırabilir. Bu üretim şeklinin yok ettiği/edeceği potansiyelin yerine ne koyacağımızı icat etmek ise çok kolay bir iş değil.Süpermarket raflarında uslu uslu bekleyen onca obez, kanserojen gıda maddesi bu konuda insanlığın maharetine delildir. Bu açıdan bakıldığında AB havucuna bakıp bakıp çiftçilik yapan nüfusun azaltılması, tarım politikalarının 'uydurulması' küresel ve 'Avrosal' bir miyopluktan başkası değil. 'Arz'ın akışının önündeki pürüzler kalktığında, halen nüfusunun üçte biri tarımla uğraşan bu ülkede gerçek domatesler üretmeyi becerebilir miyiz (organik tarım)? Böylelikle AB'nin tarımsal üretim dokusunu zenginleştirebilir miyiz? Öncelikle kendi içimizde tartışmamız ve hazırlanmamız gereken asıl bu. Postmodern dünyada yoksulluğun tanımı yeniden yapılıyor; varsıl olmak ve değer katmak için çiftçilerimizin hevesini harlayalım yeter. Şu an bu yeteneğe sahibiz. 

Kaan Benli


Hiç yorum yok:

İzleyiciler