25 Kas 2008

Mücadelesiz sonuç yok

Mücadelesiz sonuç yok

12/08/2004

Yeni kıtanın itibarlı iş dünyası dergilerinden Fortune, her sene ilan ettiği dünyanın en büyük 500 şirketi içerisinde bu yıl tam 189 adet Amerikan şirketinin yer aldığını duyurdu. İçlerinde en 'en büyük' Arkansaslı Wall Mart'ın da yer aldığı bu 189 şirket, 2003'te ilk 500'ün yaptığı toplam 14.9 trilyon doların 5.82 trilyonunda söz sahibi.

KAAN BENLİ (Arşivi)

Yeni kıtanın itibarlı iş dünyası dergilerinden Fortune, her sene ilan ettiği dünyanın en büyük 500 şirketi içerisinde bu yıl tam 189 adet Amerikan şirketinin yer aldığını duyurdu. İçlerinde en 'en büyük' Arkansaslı Wall Mart'ın da yer aldığı bu 189 şirket, 2003'te ilk 500'ün yaptığı toplam 14.9 trilyon doların 5.82 trilyonunda söz sahibi. Başka bir deyişle Amerikan kökenli çokuluslular, ilk 500'ün toplam gelirinin yüzde 39'unu tek başına kotarmışlar. Fortune dergisinin 10 sene önceki araştırma sonuçlarına göz atarsak: Amerikan cenahı 1993'te ilk 500'ün toplam cirosunun yüzde 29'una denk gelen 151 adet şirketten oluşmaktaydı.Yeni tartışma alanıDünya ekonomisine yön veren şirketlerden bahsederken konuya ulus kökenli açımlamalar getirmek kimseye tuhaf gelmemiş olmalı. Şüphesiz bu sonuçların ifade ettiği önemli realiteler var. Öte yandan bu verilerin küresel septiklerin tüylerini diken diken etmesi de sürpriz olmayacak; bir bakıma Fortune dergisi, araştırmasından derlediği sonuçlarla 1980'lerden beri süregiden kritik tartışma konusuna bir zemin daha ekliyor: Küresel iş çevresinden bahsederken ulus- devletlerin eko-politik önemi görmezden gelinebilir mi? Bu soruya küreselleşme sürecine karşı geliştiği düşünülen lokalizasyon perspektifinden cevap ararsak: Yerel bilinç önümüzdeki on yıllarda dünya ticaretindeki sözde çokuluslu şirketlere ne tür bir reaksiyon verecek? Küreselleşmeyi kavramsal manada tanımlamada hâlâ bir konsensüs oluştuğu söylenemez, ancak yadsınamayan bir gerçek var ki: Bilgi artık çok daha akışkan. Bununla birlikte bilginin birbirine yapıştırdığı ekonomik yazgılar arasında bir adaletten söz etmek maalesef mümkün değil. Enformasyon teknolojisi bu teknolojiden tamamen istifade edebilenler için uzaklık mefhumunu belki de büsbütün değiştirdi. New-York'tan Londra'ya yapılan bir telefon konuşmasının bedeli geçen 70 sene içerisinde tam 350 kat azaldıysa eğer, bazı coğrafyalarda uzaklığın artık mesafe ile ilişkili olmadığı rahatça söylenebilir. Bu küreselleşmenin nedeni/nimeti gibi görülebilir belki; ancak unutmamak gerekir ki: Uzakdoğu'nun gelişen pazarlarında yaşanan son finansal kriz, enformasyon teknolojisinden aynı ölçüde faydalanamayan pek çok ülke için daha az bir buhran değildi. Sonuç olarak küresel demokrasi açısından, çokuluslu şirketlerin Üçüncü Dünya ülkelerindeki faaliyetleri dikkatle incelenmek gerekiyor. Bu firmaların teknoloji transferinde son derece 'ketum' oldukları su götürmez. İlkin evliliklerle girdikleri pazarlarda teknoloji silahlarını kınlarında tutup, çoğunlukla 'aggressive marketing' teknikleri ile yerel sanayicilerin köküne kibrit suyu ekmeyi hedef belirliyorlar. Yerel pazarlarda kazandıkları kapital ise stratejik önem vakfettikleri ülkelerdeki temel hammadde kaynaklarını beslemekte kullanılıyor.Stratejik sektörlerKonu gıda yahut tarım gibi stratejik önem taşıyan sektörler olduğunda iş daha da dramatik bir önem arz etmekte. Üçüncü Dünya ister istemez, tuhaf bir yoksulluk sanrısına kapılmış, aç kalmamak için gayriinsani çalışma şartlarına razı, G-8'lerin öngördüğü endüstri kollarına kucak açmış bekliyor.Yerel pazarların bu oyuna büsbütün razı gelmeleri açıkça şike koksa da, yeni dünyanın kuralları böyle çatıldı bir kere. 'Üçüncü dünyalı' olmaya niyetiniz yoksa eğer, uluslararası anlaşmalar, geçirgen finans piyasaları ve eko-politik destekli finans yapıları ile rekabet güçleri azmanlaşmış çokuluslularla eşit olmayan şartlarda mücadele etmek, dahası yenik düşmemek durumundasınız. Tekelleşme kaçınılmaz mı?Şartlar bu şekilde oluşmuşken yakın zamanda dünya ticaretinde bir tekelleşme, hatta tröstleşme kaçınılmazdır diyebilir miyiz? 'Yerel üreticiler, küresel oyuncuların karşısında ürettiklerini satamazlar, hatta uygun görülmeyen endüstrilerde üretim bile yapamazlar' çıkarımı yanlış mıdır? Kanımca tüm nümerik belirtilerine rağmen bu hâlâ 'de facto' değil. Bunun iki temel sebebi var: Öncelikle 'customer power' olarak nitelendirilen tüketicinin final ürün üzerindeki inisiyatifi kürenin her noktasında aynı derecede ayrıntı değil. Türkiye'den örnek verirsek büyük 'fast food' zincirleri ilk merak dalgasının ardından ciddi bir talep bunalımının içine düştüler. Milli içecek ayran toplu üretime geçtikten sonra küresel 'drink' kolayı apaçık köşeye sıkıştırdı. Kısacası yerel dokusu sıkı coğrafi kısımlarda, yaşam biçimleri değişse de tüketici alıştığı ürünlerin yitip gitmesine razı gelmiyor. Kriz ve sonrasıBunun yanında ve hatta çok daha etkin olarak: Yaşanılan her ekonomik krizde Üçüncü Dünya ülkelerine girdiği hızda çıkan yabancı sermaye, yabancı menşeili markalara olan yerel ilgiyi görünen o ki tırpanladı. Peki, söz konusu bölgesel direnç, çokuluslu şirketleri ve septiklerin uykularını kaçıran 'küresel emperyalizmi' yerle bir edecek kadar yetkin mi? Kuşkusuz buna da evet deyip geçmek kolay değil. İşin aslına bakılırsa bir ayağı Üçüncü Dünya sınırının üzerinde, diğeri ise nereye basacağı belli olmadan öylece havada duran tek ülke Türkiye'deki durum tam da bu nedenden tarihi önem arz ediyor: Zira küreselleşmeye karşı oluşan psikolojik rezistans -şimdilik kendi sınırları içerisinde çokuluslu şirketlerle başa baş mücadele edecek teknolojik seviyeye ulaşan Türk sanayicisine bir 'competitive advantage' sağlayabilir.Geçmişinde 'yerli malı yurdun malı' romantizmi bulunan bu ülkede, şimdi çok daha farklı salt 'rasyonel nedenlerle' yerel üreticiler, yerel bir ilgiyi arkalarında bulabilirler. Yabancı markalarla mücadele edecek güce erişen, hatta küresel arenaya göz diken yerli markaların son dönemdeki reklam stratejilerinde -artık milliyetçilik demeyelim-yerellik unsurlarını vurgulamaları biraz da bundan.Cumhuriyet hamleleriTekelleşmeye gıda sektöründen örnekleme yapmamızın önemli bir nedeni daha var. Zira bahis konusu sektör, bu minvalde çok incelikli. Yine Türkiye'ye dönersek bu ülke gıdadaki hamlesini Cumhuriyet'in ilk dönemlerinde devlet eliyle dünya standartlarını yakalayarak yapmıştı. Daha sonra gelen tarım sektöründeki atılım, belki de Türkiye'nin halen bir ayağı havada beklemesinin tek sebebidir. 1980'lere kadar kendi üretimi ile kendi nüfusunu besleyebilen bir ülke olmayı becermişti Türkiye. Gıda imalatçısı işletmeler yavaş yavaş gıda sanayiciliğine geçmiş, o tarihlerde palazlanan çokuluslu şirketlere şimdilerde kafa tutacak altyapı hazırlanmıştı. Ancak bunun mimarı merkezi yönetim, daha sonraları her şeyin tersyüz olmasına da neden oldu. Demiryollarının ihmal edilip kilometrelerce otoyol yapılmasıyla tamamen aynı nedenlerle, tarım sektörü ihmal edildi ve ülke her türlü altyapı ve kapasite hazırken hammadde darboğazının içine düşürüldü. Bunun aksi olsaydı gıda sektöründe yabancı sermaye teknolojik yenilik getirmeden pazara sızmaya cüret edebilir miydi? Raflardaki ürün çeşitliliğinin kaynağına bakarak sorunun cevabı verilebilir. Türkiye'nin kimliğiTürkiye birkaç senedir küreselleşme içindeki kimliğini ilk demokratik İslam ülkesi olmakla tanımladı. Şüphesiz bunun da ötesinde Üçüncü Dünya ülkelerine örnek teşkil edeceği alanlar mevcuttur. Anadolu'nun potansiyeli, göz gözü görmeyen bu küresel iş çevresinde Türkiye'ye önemli fırsatlar vermekte. Sanayicisi, tüketicisi ve merkezi yönetimi doğru politikalar üretip bunları uygulayabilirse yaşam kalitesini artıran yerel üretim çeşitlenmeye devam edecek, küreselleşmenin dayattığı ekonomik kırılganlık mümkün olduğunca ötelenecektir. Yeryüzünün her bölgesinde aynı açılımın üstesinden gelmek elbette mümkün değil, ama çokuluslular her köşeyi istila etmeden benzer altyapıya sahip ülkeler benzer işbirlikleri ile farklılaşma kotarabilir. Çokulusluların tüketim ürünlerinde dayattığı standardizasyon postmodern dünyada esasen çok sakil duruyor. Bunun yarattığı bungunluğu bertaraf etmek de halkların kültürel bağları olan ürünlerin ve hakettikleri endüstrilerin arkasında durmalarından geçiyor. Oldukça ironik olmakla beraber, tuhaftır ki bu tutarlılığın pozitif etkisi tek yaşam biçimi öneren çokulusluların içinden çıktıkları yorgun Batı ülkelerinde de görülecektir. Çeşitliliğin katkısı, farklılığın estetiği önümüzdeki on yıllarda umarız ki şimdikinden daha çok konuşulacak.

Kaan Benli


Hiç yorum yok:

İzleyiciler