6 May 2009

İYİ İNSAN - YENİ TOPLUM: SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK AYDINLANMASI

İYİ İNSAN - YENİ TOPLUM: SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK AYDINLANMASI

 

 

Ön yargısız olarak, hatta daha iyisi dışına çıkmayı başararak -özellikle son yüzyıl içindeki- küresel olayları eğretileyip dramatize edersek şöyle bir manzara göreceğiz: İnsanlığın yaşam ortamını daraltan  problemler, biri bir diğerini doğurarak, bir kapalı sistem içinde çoğalıp  azmanlaşarak deviniyorlar. Bu kaynama kaçınılmaz olarak yerkürede geleceğe dönük kaygıları arttırıyor. Çok açık ki, yakın gelecekte, bu gidişatı ve sonuçlarını hızla kavrayabilecek bir insan bilinçlenmesi yaşanmazsa eğer, bu dinamizm geometrik olarak çeşitlenerek/büyüyerek etkinliğini yoğunlaştıracak ve başa çıkılmaz bir hale gelecek. Söz konusu olumsuzluklar, bir yanda ve büyük çapta ekolojik dejenerasyon olarak kendini gösterirken, diğer yanda onunla yakından ilgili ekonomik, sosyal, politik, strüktürel, psikolojik olgularda yıpranma olarak uç veriyor. Olan biteni: “Yaşam ortamını yok eden her organizma, onunla birlikte kendisini de yok eder” şeklinde özetlemek  mümkün.

 

Bulunduğumuz aşamada, insanın kendi yaşam ortamı ile ilişkisini yeniden kurgulaması ve bu ilişkinin en sağlıklı biçimde yürütülmesinin koşullarını hazırlaması artık bir zorunluluk. Zira ekolojik ortam kendi kendini yenileme niteliğini kaybetmenin eşiğinde. Bilim insanları gelen felaketi idrak etmemiz ve davranışlarımızı ona göre ayarlamamız gerektiğini 90’lı yılların başında bir süre anlattılar. Daha uzunca bir süre ise, çok uluslu tekellerin yaydığı parazitlerin izin verdiği ölçüde çok geç kalmadan önlem almamız gerektiğini konuştuk. Onca zaman boş yere harcandı. Yani, bundan sonra ekolojiyi dengelemeye dönük olumlu yönde bazı değişmeler sağlasak dahi  -ne yaparsak yapalım- ortam, küresel bir bütün olarak sağlığına yeniden kavuşma niteliğini kazanamayabilir, bazı bölgelerde bir daha kendini yenileyemeyecek duruma gelmiş, tamamen yaşam verme kapasitesini yitirmiş olabilir; çeşitli yerlerde canlı-cansız kitlesel kayıplar görülebilir. Bununla birlikte, ekolojik denge, bazı yeni yerlerde ve değişik koşullarda yeniden oluşabilir de: Yerkürede kendiliğinden yepyeni bir yaşam düzeni belirebilir. Belki bu yeni oluşum hiç bilmediğimiz ve bugün yaşayan bizlerin hayal bile edemeyeceği, giderek kendi kendini geliştiren yeni bir sahne yaratacaktır. Bütün bunları yaşayarak göreceğiz. Bunun için, yeni ortama uyum sağlayacak toplumsal bir değişim kaçınılmaz; o kesin.

 

Bahsini ettiğimiz farkındalığın, ekolojik dengenin, tamamen kırılmasının ardından olumsuz yöne doğru hızla ve büyük boyutta salınışıyla bütün insanlığı içine alacak şekilde büyümesi  doğaldır. Kaygının boyutu, şu an farkında olan bazılarında bir geri dönülmezlik kuşkusu oluşturmakta, onları bir berbat yazgıya boyun eğme havasına sokup uyuşturarak,  yapıcı hamlelerde bulunmalarını engellemekte. Ancak insanlığı yeniden canlandıracak bir ümit ışığı da hiç yok değil. Bir kaç yüz yıl önce nedenleri ve şiddeti farklı da olsa benzeri bir yılgınlık, birkaç devrim sonucunda yerküreden, özellikle de batı dünyasından kovalanabilmişti. Böylelikle, yeni bir coşku yaratılıp, bireyin geleceğe dönük umut taşıması sağlanabilmişti. Bu hikayenin sonunun iyi gelmemesi, bir bakıma azınlığın çoğunluğa tahakkümüyle ilgilidir: yönetenler sorumluluklarını apaçık ihmal hatta suiistimal etmişlerdir.

 

17. Yüzyılda ortaya çıkan mekanistik teoriye dayanan bilimsel devrim, daha sonra 19. Yüzyıl başlarında bilimsel keşiflerin teknoloji alanında değerlendirilmesi demek olan endüstri devrimini hazırlamış, bunun sonunda hızlı bir makineleşme oluşmuş, yaşamın kolaylaşıvermesi nedeniyle de değişim çabucak benimsenebilmişti. Bahsettiğimiz değişim, giderek modernleşme ve uzmanlaşma çabaları olarak bütün dünyaya yayıldı; ona ayak uydurabilen ülkeleri modernleştirdi, bir bakıma oralarda yaşayan insanların yaşamlarını kolaylaştırarak ekonomik yönden ileri gitmelerini sağladı. Buna ayak uyduramayanlar ise geride kalarak -yerkürenin organik yapısından ötürü- pek çok bakımdan modernleşen ülkelere bağımlı hale geldiler. Küreyi bütünleştiren etkileşim ve iletişim, insana materyalistik gelişimin yaşamda varolan bütün mutlulukları getireceğini söyler oldu. Bu arada türsel özellikler ikinci plana atıldılar. İlişkiler samimi olmaktan çıkıp faydacılık üzerine inşa edildi. Artık insan, her şeyi sadece rasyonel ama indirgeyici bir mantıkla çözümlemeye, ideoloji şemsiyelerinin altında güneşlenmeye başladı. Değişimlere neden olabilecek yeni fikirlerin ortaya çıkması zorlaştı. Bencillik, sömürü, doğayı tüketmek sadece kanıksanan kavramlar olmaktan da ileri: akıl ve başarı olarak içselleştirildiler. Bireyin önce kendi ortamını sonra diğerlerininkini tüketmesi, böylece semirip başarılı ve varlıklı olması, normal bir tutum, hatta oyunun kuralı gibi görüldü. Tüketilen kaynakların yenilenmesi, verilen zararların onarılması gibi bir endişe, bir düzgü oluşmadı. Bunun yerine kullanılmamış olan kaynaklara yönelindi. İşte bu indirgeyici sistem içinde yavaş yavaş her birey standardize edilmeye ve yalıtılmaya başlandı. İnsanın diğer varlıklarla sürdürmesi gereken ilişkileri tek tek koptu. Doğadaki çeşitliliğin bir parçası olunduğu unutuldu: gerçek varlığın canlı cansız bütün varlıkların aralarındaki ilişkilerin sağlığına ve devamlılığına bağlı olduğu,   ancak hepsinin bir arada birbirini tamamlayabileceği  göz ardı edildi. İşte bütün bu olan bitenler, şimdi bu kompleks sistemin tamamının içinde bulunduğu problematikten geri dönülmesini zorlaştırıyor.

 

19. Yüzyılın ikinci yarısında Batı dünyasına hâkim olan Charles Darwin’in Evrim teorisi yanlış değilse de eksik bir yorumlama ile bu gidişatı destekler biçimde kullanılmıştır. Başka bir deyişle, doğal seçilim -en güçlünün yaşamını sürdürebileceğini tezi- daha o zamanlar çarpıtılmıştır. Hayatta kalmanın silahlar, pençeler ve dişlerle olacağına inanılmış, mantık bu solüsyonla sulandırılıp, inceltilip eğitim sistemlerinin içine zerkedilmiştir. Bu tip bir düşünce sisteminin yerleşmesi ile de insanın yaşamını sürdürebilmesi için hem doğa, hem de diğer varlıklardan korunması ve hatta onları sömürmesi  gerektiği sonucuna varmak kolaylaştırılmıştır.

 

Darwin’in eksik/çarpık çözümlenmesi, insanı yaşamını sürdürmek için her şeyi yapmaya hakkı olduğuna inandırınca,  güç ve varlığı maksimum seviyeye çıkarmak rasyonalitenin kendisi gibi  algılandı. Böylece insanın kendi dışındakilerle  birlikte yok olma süreci de başlamış oldu. Zira hayatta kalmanın yolunun bencil olmaktan geçtiği bilimsel bir doğruluk ifade etse de,   bencil amaçlara ulaşmak için sınırlandırılmış bir özveriyi benimsemek gereği de organik, etkileşimli yaşamda görmezden gelinemez. Yerkürede bütün türlerde dengeli bir özveri görülebilir, çok büyük olasılıkla yerkürede varlığını sürdüren insan topluluğu da bencillik ve özveri arasındaki dengeyi kurmak yoluyla bu zamana kadar gelebilmiştir. Ancak son iki yüzyıl içinde insan topluluklarının arasında gelişmiş olan maddi ve manevi paylaşmayı ön planda tutan türsel özellikler neredeyse yok olmak üzere, modernleşen toplumlarda bu özellikler birdenbire buharlaşıp, modernleşmeyip geleneksel  biçimde yaşayan toplumlarda ise yok ola ola devam ediyor. Artık bu değerlerin ancak  ortak dertler, acılar ve felaketler paylaşılırken kıvılcımlar şeklinde kendini gösterdiğini, can bulduğunu görebiliyoruz. Sözgelimi, Türkiye’de Marmara’yı vuran 17 Ağustos depremi, toplumun genelinde yarattığı duyarlılık açısından dikkat çekicidir.  Bir bakıma, bunlar sayesinde bugün hala insani değerler ara ara ortaya çıkıp tamamen hafızalardan silinemiyor. Önümüzdeki senelerde yerküreyi ardı ardına sarsacak felaketlerin bu değerlerin tekrar yoğunlaşmasına yol açmaları oksimoron bir olasılık dahilindedir.

 

Doğaldır ki Darwin’i bu şekilde algılamak, o süreçte yönetenlerin de işine  gelmiş olmalıdır.  Darwin teorisinin özellikle kısıtlı veya yanlış yorumlanmış  olması dahi mümkündür: Zira Darwin’in aynı yüzyılın sonlarında yazdığı ikinci önemli kitabı --- The Descent of Man--- ısrarla göz ardı edilmiştir. Hala da pek lafı edilmez. O kitap dikkatli okunduğunda Darwin’in yaşam sistemi içinde ilişkilerin önemine değindiği farkedilecektir. Kitabın pek çok yerinde, insanlar arasındaki birliğin ve samimiyetin önemine yer verilir, insanın doğadaki yaşamın sağlıklı bir biçimde sürmesindeki rolünden bahseder. 

 

Endüstri devrimi Isaac Newton’un mekanistik teorisinden yola çıkıp, teknolojik alana uygulanarak insana gücünün üzerinde bir makineleşme dönemi yaşatmıştır. Bu gelişme sürecinde, doğal olarak üretimde insan ihtiyacının üzerinde ve giderek daha da artan bir artışla, kaynak kullanılmıştır. Böyle böyle  artan bir sanal zenginleşme ve sermaye düzeni yaratılmıştır. Bu illüzyon, bir yandan nüfus patlamasına zemin hazırlamış, diğer taraftan da yeni ekonomiye destek vermek üzere bireysel tüketimin artmasını teşvik etmiştir. Kırsal sektör nüfusu, giderek   endüstri ve ticaret sektörlerinin ihtiyaçlarını karşılamak yolunda azalmış, buna paralel olarak da estetiği lüks kılan, hızlı ve mecburi bir kentleşme hareketi başlamıştır.  Ulaşım sisteminin genişletilmesi sağlanmış,  özellikle taşıma araçları üretimine ve  karayolu inşasına öncelik ve destek verilmiştir. İnsanlar ve mallar çok hızlı hareket eder olmuşlardır. Şüphesiz sistem gereği toplu taşıma aynı hızda gelişmemiştir, kocaman arabalarda, tek başına kasıla kasıla giden insan türü, gelecekteki bu aymaz dönemin temsili resimlerinde çokça yer bulacaktır herhalde.   Bütün bu gibi simgeler ve onların yarattığı yan etkiler sonucu, en başta hava-su-toprak kirlenmesi önemli bir ölçüde artmış, nihayetinde insan sağlığını ve yaşamını tehdit eden ekolojik çöküş ve olumsuz iklim değişimleri hissedilmeye başlanmıştır.

 

Küreselleşme kavramı ve onunla ilgili uygulamalar aslında tek başına bir anlam ifade etmez. Olumsuz tabiriyle küreselleşme, bahsi edilen bütün bu yanlışlıkların ülkelerin sınırlarını aşmasına, problemin geniş alana yayılmasına neden olmuştur. Böylelikle metastaz homojenleşmiş, bütün dünyayı aynı anda aynı derece etkiler hale gelmiştir. Bu minvalde küreselleşme aslında hastalığın kendisi değil epidemisi sayılır. Skala büyüyünce çok uluslu devler, tekeller, çıkar grupları bir yanda, derin devletler, yeraltı örgütleri öte yanda bir anda tespiti güç ekonomik, ticari ve politik faaliyetler halkların yaşamlarının içine dahil olabildi. Toplumlara içten ve dıştan olumsuz yoldan sürekli müdahale edilebildi. Biteviye dezenformasyona ve bellek kirlenmesine maruz kalındı. Özetle toplumlar uyumlu bir yaşama kavuşmak isterken bu yüklerin altında ezilip, şimdiki büyük sorumluluk ve uygulaması zor ödevlerle karşılaştılar.

 

Artık  bu  realiteyi temsil eden filmin geriye sarılması, hatta durdurulması imkanı yok denecek kadar az sanki. İnsanlar, onları tek tek veya küçük - büyük topluluklar halinde etkileyen -küresel dinamiklerle yakın bir ilişki içinde hareket eden- bu güçlüklerle başedebilmek için gerekli bilinç, moral ve değişim gücünden yoksunlar. Bu koşullar altında birbirlerinden o kadar koptular ve aralarındaki mesafe öylesine artarak büyüdü ki, ülkeler ve bölgeler bazında ve hatta küresel olarak, ani bir uyanma olmazsa toplumsal uzlaşma  kitlelerin canı yanmadan gerçekleşemeyecek gibi görünüyor. Açlık ve adaletsizlik bir yanda, doğal ve insani kaynakları sömürme hırsı ve alışkanlığı diğer yanda, çeşitliliği bir zenginlik olarak gören, ona saygı duyan bir toplumsal uzlaşma ve entegrasyon bu halde nasıl gerçekleşebilir? Hele ki hâlihazırdaki durum uçlanmayı sürdürürken; maddi bakımdan güçlü olanlar, veya etraflarını ideolojik veya politik bakımdan etkinlik altına alabilenler kendi güçlerini korumak ve hatta arttırmak amacıyla güçleri kısıtlı olan zümreler üzerinde her türlü tedbiri alıp kamplarını genişletiyorken; ezilenlerin çoğunluğu boyun eğip, içe kapanıp benliklerini kurtaracak   birşeyler olması ümidiyle kendi iç dünyalarında bir nevi şizofrenik bir yaşam sürdürmeye çekiliyorken. Bir kesim ise güçlü ucun davranışını taklit ederek, kuvvet gösterileriyle, giderek artan bir nefretle, kendi kampında başka ve aktif bir tutuma giriyor, kürenin her yanında hareket edebilen terörizmi oluşturmayı seçmiş görünüyor. Bu kesim bütün dünya üzerinde sınır gözetmeden çok serbest ve dinamik bir biçimde hareket edebiliyor artık ve düzensizlik düzeninin alanını diğer uçların korku ve kinlerini körükleyerek hatta karşıt ucun hareket alanını ve şiddetini büyüterek genişletiyor. Bu şartlar altında insanlık uyum içinde iyi ilişkiler üreterek ve doğasını koruyarak yaşama potansiyelini nasıl geri çağıracak?

 

Yukarıdaki değerlendirmelerin bir özetini yaparsak: ilk planda toplulukların devrim ve modern bir yaşam düzeni kurma gayretlerinin onları uçlara ittiğini görüyoruz. Bu süreçte bir yanda her şeyi bol bol edinenlerle, kendilerinin de bir gün o duruma gelebileceğini düşünerek onlara gıpta edenler aynı umutları paylaşıyorlar. Bunun için  insani değerlerini, doğa ile ilgi ve ilişkilerini koparıp yeniden kurulan ilişkilerinde uyum ve tamamlama yerine menfaatlere dayanan –işe yaradığı sürece devam eden- ilişkiler kuruyor, bir bakıma bütün hamlelerinde bir maksimizasyon hırsı gözetiyorlar. Bu kültür hiç kuşku yok uzlaşmaz, azla yetinmez, robotlaşmış, ona can veren doğayı koruma gereğini göz ardı eden, sadece kendini temsil eden mutasyona uğramış bir yapıya sahip. Mesela bu kültürün küresel kirlenmeyi/ısınmayı hedef alan, uluslararası Kyoto anlaşmasına sempati duyması olanaksızdır. Çünkü halihazırdaki çıkarların zedeleneceği korkusu, kültürün normlarıyla,  onun olanaklarıyla yatıştırılamaz. Kültürün liderleri  maksatlı olarak, büyük bir gayretle medya kanalları yoluyla insanları  etkilemekte, ve onları lider konumuna getiren ekonomik sistemin devamını sağlamak için mücadele etmektedirler. Bir bakıma bu maksatlı ekstrem gayretler, artık insanları, daha çok da daha büyük bir hedef kitlesini oluşturan gençleri, doğal tepkisellikleri içinde gidişatı sorgulamaya, üzerinde düşünmeye, böylelikle de bilinçlenmeye zorlamaktadır.  Geçmişten benzeri örnekleri hatırlayıp, şu anda oluşaduran değişme hareketlerini ve onlarla ilgili irade oluşmasını göz önünde tutar ve de onlara dayanarak bir ekstrapolasyon yaparsak: henüz değerlendirilmeden donmuş bekleyen bir insan kaynağının var olduğunu ve bu gücün beklenen yeni doğuşun mimarı olacağını düşünebiliriz.  Bu yeni doğuşa “sürdürülebilirlik aydınlanması” demek hiç de yanlış olmayacaktır.

 

Bir toplumsal değişimin, sağlam bir taban oluşturması ve de sürekli olabilmesi, bireylerden yola çıkarak kendi kendine sağlıklı bir gelişme göstererek halkalar halinde bir ağ gibi genişlemesiyle mümkündür. Bu halde böylesi bir sürecin oluşmasında beklenen ana kademeler şunlar olabilir:

 

1. Yukarıda tarif edilen sahne abartılmış gibi görünse de biraz üstünde düşünülürse pek çok okuyucu tarafından rasyonel bulunacaktır. Salt bu tanım dahi, üzerinde durulan değişme sürecinin realizasyonu için stratejik bir zemin oluşturmaktadır. İnsanlığın bu algıyı devamlı olarak açık tutması, hayal etmesi, onlar üzerinde her fırsatta derinliğine düşünmesi, diğer kademelerin oluşmasını kolaylaştıracaktır. Şu halde bir “algı ayaklanması” sürecin olmaz ise olmazıdır.

 

2. Bu süreçte en önemli adım, insan davranışlarını restore etme yönünde olacaktır. İnsanın doğuştan sahip olduğu ve fakat giderek maddesel nesneler elde etme uğruna dejenere ettiği ve hatta yok edilmesine müsamaha gösterdiği değerleri yeniden canlandırarak geri getirmesi gerekmektedir. Bu da ancak kişilerin tek tek sorumluluklarını kendi ellerine alarak yeniden ve bu defa kendilerince yeniden doğmaları gibi bir şey olabilir. Burada egemen olan gücün en bariz görevi, kişilere ve onların giderek oluşturduğu birliklere bu zor işi başarabilmeleri için süreç boyunca uygun koşullar sağlamak ve gerektikçe destek vermek, yani işbirliği yapmak, olacaktır. Ancak böylelikle güven ve sorumluluk içinde işbirliği kuran yeni ve sağlam bir toplum yaratılabilir. Bu gelişmede hiç bir ön koşulun, kalıplaşmış ve bu nedenle de alışkanlık haline gelmiş ilkelerin ve düşüncelerin esiri olmamak gerekir. Böyle bir toplum ancak tabandan yukarıya doğru halkalanarak olgunlaşacak diyalog çemberleriyle oluşabilir. Buradan yola çıkarak gücünü bu şekilde oluşan çeşitli birliklerden alan demokratik toplumlar doğacaktır.  

 

3. Halihazırdaki maksimizasyon kültüründen uzaklaşıp, bir dengeleme kültürü olan optimizasyon kültürüne geçmek yeterli olmasa bile gereklidir. Darwin’in doğal seçilimi içinde hayatta kalan türlerin özveri ve bencilliği dengelediklerini yeniden hatırlamak gerekmektedir. Böylece dengeli, yaratıcılığa, serbest düşüncenin gelişmesine olanak sağlayacak, herkesin sağlıklı bir birliktelik içinde yaşamını sürdürebileceği koşullar  yaratılabilir. Böyle bir sistem, doğanın kendisinde de olduğu gibi, ortamdan gelecek girdilere açık, birbirinden farklı olsalar da aralarında devamlı canlı tutulan iletişim ve paylaşma ruhu ile birbirlerine karışarak gruplaşabilen, böylece yeni bir benlik kazanan, daha büyük bir kompleks sistemi oluşturan doğal parçalardan oluşabilir. Bu sistemin, zaman içinde ve gerektiği biçimde kendi kendini yenileme gücü kuşkusuz vardır. Onun canlılığının korunması ve bu niteliğinin saklanması, yine doğanın kendisinde ve insan vücudunda da olduğu gibi, bu gibi sistemlerin içlerindeki çeşitliliğin çokluğu ve bu çeşitliliğin içindeki diyalogun (alış-verişin) etkin bir biçimde kesintisiz devam etmesiyle ilgilidir. Bu fonksiyonda ara sıra iniş çıkışlar olsa bile, onun kesintisiz  ve iyi çalışır olması erişilen dengenin korunması için hem gerekli, hem de yeterlidir. Buradan kolayca anlaşılabileceği gibi gerek bireyleri, gerekse onların yaratacağı toplumları sağlıklı tutan, bireylerin içindeki bağlantısız organlar veya üniteler değil, onların arasında gelişen bağlardır. Bu kavram bütün yaşayan sistemler için böyledir. Bu bağlardaki kopukluk veya arıza bütün sistemi hasta eder. Bu durumda hasta, ancak bu bağların onarılması ve yeniden sağlıklarına kavuşturulmasıyla düzelir. Yani bu bağlar sağlık ve uyumu  ayarlayan ve koruyan ana unsurlardır. Bu makalenin başında da değinildiği gibi bu nedenle doğa ile bağlarını koparan ve doğasını yağma eden insanın hayatta kalması mümkün olamaz. Bu kavram kolayca görülebileceği gibi yaygın bir uzmanlaşma eğilimini değil her hastalığı önce bütünü içinde düşünerek tedavisini gerektirir. Bazı haller hala uzmanların müdahalesine ihtiyaç duyacaktır kuşkusuz. Ancak bunlara olan gereksinme, istisnalar hariç, ilk  plandaki gelişmenin hızı ile ters orantılı olarak azalacaktır. 

 

4. Geleneksel yaşam biçimlerini hatırlamak, onlardan bugüne uyacakları bulup  yeniden canlandırmak, bu uyanma sırasında büyük bir önem taşıyacaktır. Ayrıca, onların kökü çok derinlere giden ve zamanla değişmeyen değerlerinden sürekli olarak ilham almak, bu yeni süreç içinde yol alanlara ışık tutabilir. Giderek onların yolunda beliren yeni deneyimlerin izleri  bilinç  altında depolanacak ve yeri geldiğinde bilinç üstüne çıkarak aniden ortaya çıkan yaratıcılık ‘serendipity’ katkısı olarak kişilerin sorunlarına çare olacaktır. Bu nitelik, bütün yaratıcı  kişilerin, keşifler yapan bilginlerin yakından tanıdığı bir algıdır ve bazı kişiler arasında da normal günlük yaşam içinde ara ara beklenmeden belirir. Bunlara hakkettikleri değer verildiğinde, bunların bilinç üstü bilgi ve öğrenimlerle bir birliktelik içinde realiteye uygulanması sağlandığında, maksimizasyon kültüründen uçlar arasında bir uzlaşma ve insan beyninin iki hemisferinin (sol: rasyonel; sağ: yaratıcı) bir ahenk içinde çalışması demek olan optimizasyon kültürüne geçiş oluşabilir. Ayrıca insan yaşamını desteklemeyi ön plana alan doğa kaynaklarını sömürmek kavramı, yerini onu koruma, dengeli bir biçimde kullanma ve gerektiğinde onarma anlayışına bırakacaktır. Bütün bunların beklenen uyanma ve yeniden doğma sürecinde kendiliğinden ve zorlanmadan oluşacağı düşünülebilir.

 

Bu oluşumlara, doğa bütün zenginliği, çeşitliliği  zaman okunun bir fonksiyonu olarak değil de kendine has sirküler bir rejim içinde (mevsimler, gece-gündüz, fora & fauna yaşamında olduğu gibi) bir çeşit tekrarlar içinde değişme özelliği ile iyi bir örnek sergiler. Bu değişme sürecinde insanlar giderek içine düştükleri ve bir nevi bağımlısı oldukları alışkanlıklarından kurtulmak için uygun bir şablona ihtiyaç göstereceklerdir. Doğa geçmişte olduğu gibi şimdi de insana bu konuda yol gösterebilir. Böyle bilinçli bir gidişat içinde gerekli yardımcı organizasyonların oluşması ise kendiliğinden olacaktır. Aslında optimizasyon yeni bir kavram değil. Biyoloji bilim dalında ve mühendislikte yıllardır bilinip, kullanılır. Bugün, birikmiş deneyimlerden de faydalanarak kolaylıkla sosyal ve ekonomik alanlara uygulanabilir.

 

Son söz

 

Alman düşünürü, yazarı, şairi ve bilim adamı Gothe bir yazısında ‘şimdiye kadar her düşünce tekrar tekrar düşünülmüştür’ der. Bu görüşe katılabiliriz. Bu durumda bize, bütün bu zaten düşünülmüş olan düşünceleri onlara en uyan bağlamlara yerleştirmek kalıyor. Günümüz insanının şu anda en büyük sorumluluğu -aşağıdan yukarıya doğru olmak üzere- bütün mevcut bilgileri, içimizde gömülü duran anıları, deneyimleri  yeni bir ruhla gün ışığına çıkarmak ve öylece anlamak. Bu da yeni bir şeyler keşfetmekten çok, envanteri irdelemek, bugüne taşımak ve gerektiği kadar revize etmek işlemini gerektiriyor.  Bütün aşamalarda doğa çok şey öğretecek ve destek verecektir. Aynı nedenden bu yeni aydınlanmanın kırsalda kök yenilemesi ve oradan yukarı doğru filizlenmesi de akla yakındır. Buna imkân ve zaman tanımak,  deneyimleri olanlardan yardım sağlamak iyi bir fikir gibi duruyor. Bu yardımlar ne kadar insanların yaratıcılık güçlerini ortaya çıkaracak şekil ve kapsamda olursa kişilerin kendi sorumluluklarını ellerine almaları da o derece hızlı olur. Bu bir nevi insanların içinde uyuyan yaratıcılığın harekete geçirilmesi projesidir aslında. Bir noktadan itibaren değirmen gücünü kendi üretecek ve yardımsız dönmeye başlayacaktır. Bütün aşamalarda sanatçıların  önemli rolünün ve sorumluluğunun da altını çizmek lazım. Zira yeni insan en çok onlardaki bilgiye ihtiyaç duyacaktır. 2000 yıl önce yaşamış meşhur Romalı tarihçi, politikacı ve yazar Çiçero, Roma dönemindeki ilişkilerin yozlaşmasını hissederek “Arkadaşlık” adında bir kitap yazmış, kitabında konunun özü olarak “arkadaşlık ancak iyi insanlar arasında olabilir” demiştir. O noktadan yola çıkarsak   hayatta kalabilmek için daha iyi insanlar olmamız şart sanki. İyi insan olmanın kuralları ise aşağı yukarı belli: bencilliği ve özveriyi dengelemek yoluyla yaşam ortamında sağlıklı ilişkiler kurmak, mensubu olduğu toplumun sağlam temeller üstünde inşaasına yapı taşları üretmek.

 

Kaan Benli

(Bu makale emekli UN/FAO Müşaviri Ayten Aydın’ ın (Y.Mühendis./Antropolojist) katkılarıyla hazırlanmıştır.)

Hiç yorum yok:

İzleyiciler