6 May 2009

SALLANAN SAC AYAĞI: TARIM, TEKSTİL, TURİZM



SALLANAN SAC AYAĞI: TARIM, TEKSTİL, TURİZM

Küresel krizin Türkiye’yi çepeçevre sardığı şu günlerde, ancak içlerindeki köylüyü yok etmek dürtüsüyle bu denli köylü düşmanı kesilebileceklerini düşündüğümüz endüstriyalistlerden çıt bile çıkmıyor.  Önce turizmin, ardından tekstilin, en sonunda da tarımın köylülülerin elinden kurtarılması için bayrak elde mücadele eden bu açgözlü kapitalistler, aferist politikacılar ve acemi bürokratlar, krizin başından beri dut yemiş bülbül gibiler. Tam şu sıralar, Türkiye ekonomisinin protez bir endüstrinin cılız ayakları üzerinde, ne kadar kırılgan olabileceğine hayret etmekle meşgul olmalılar. Bu şoktan “nüfusunun üçte biri kırsalda yaşayan, köylülükten kurtulamamış bir ülkeden zaten ne beklenebilir ki“ saptaması eşliğinde çıkmaları olasıdır elbette. Ne ki,  bu krizin ancak o üçte birin sırtında aşılabileceğinin ayırtına varmaları da yakındır: Krizin Türkiye üzerindeki etkilerini ölçen araştırmalar, on yıllardır üvey evlat muamelesi yapılan ülke tarımının, şu berbat dönemde tek dişe dokunur direnç noktası olduğunu rakamlarla ortaya koyacaktır -işin sosyolojik boyutunu tamamen ihmal ederek üstelik. Tarımdan kaçma/vazgeçme noktasına neden/nasıl gelindiği ise gelecekte ‘aymazlığın tarihini’ inceleyen araştırmalarda bol bol ele alınacaktır.

Yıllar önce toprağa bağlı yaşamın aşılması gereken bir safha olduğu analizi, o zamanki ideolojiler ve izdüşümleri dahilinde bir bakıma doğruydu. Uzunca bir süredir bırakın bu analizleri, onların dayanağı olan ideolojiler bile fena halde yıprandı. Ancak ne yazık ki 2000’lerde Türkiye, ancak 1970’lerin iktisadi stratejilerine akıl erdirebilen bir entelekte sahip olabildi. Şimdilerde, tekrar dönüp aynı noktaya geleceğimizi bilmeden, bir fasit daire üzerinde yol almaya devam ediyoruz. Bunu sadece Türkiye üzerinde oynanan oyunlarla, ya da küresel emperyalizminle açıklamak, kronikleştirdiğimiz ‘yansıtma psikolojisinin’ bir çeşit daniskası olabilir. Bu aymazlığın bir diğer nedeni ise diğerkamlıktan nasibini almamış, hiçbir zaman vatansever olmamış, fırsatçı ticari kültürümüzün ta kendisidir. Milliyetçilikten ve vatanseverlikten bu kadar sık söz edilen bu ülkede, her iki kavrama bir kesim tarafından kuşkuyla bakılmasını normal karşılamak lazım.  Bu ülkeyi en çok sevdiğini iddia eden sermaye sahiplerinin ondan ne kadar çok istifade ettiklerini, devlete yakın durarak ülkenin kaynaklarını ne acımasızca sömürdüklerini geçen yıllar içinde yavaş yavaş anladık. Sömürülen kaynakların hepimizin olduğunu ise günbegün daha iyi idrak ediyoruz. Hepimizin olanın hepimizin kalmasını sağladığımız vakit ise her fırsatta bu iki kavramdan söz etmeye çok gerek kalmayacak.

Aklıselim dahilinde yerkürenin en bereketli köşesine kurulmuş Türkiye’nin ekonomik manada çok büyük açmazları olduğunu varsaymak mümkün değil. İnsanmerkezci bir düşünce ile doğayı arzın tümünü sunan ve atığın tümünü soğuran bir sistem, insanı da talebin ve atığın kaynağı olarak görürseniz, hesap kitap bellidir. Türkiye varsıl ülkeler arasında yer almaktadır. Hala bu ülkenin sundukları eğer verimli kullanılırsa, doğru dağıtılırsa, sürdürülebilir ve ulaşılabilir kılınırsa insanların gerçek ihtiyaçlarını büyük oranda karşılayacaktır. Buna karşın yerkürede gerçek ihtiyaçlar, yerküredeki arzı çoktan aşmıştır. 1980’lerden beri insan doğadan doğanın tekrar yerine koyacağından daha fazlası koparmakta, doğaya onun soğurabileceğinden daha fazlasını eklemektedir. Özetle yekünde sürekli borçlanmaktadır. Şu an içinde olduğumuz kriz bu borcun ilk taksidi sayılabilir. Borcun tümünün ödeneceği güne kadar krizin devam edeceğini tahmin etmek için Roubini olmaya gerek yok:  Küre ancak fetişize edilmiş ihtiyaçları kısıp, gerçek ihtiyaçlar için bütçesini denkleştirmesi halinde, gelecek artçı taksitleri savuşturabilir.

Türkiye’nin de içinde bulunduğu bir grup ülke, öne sürdüğümüz nedenden dolayı hala bu borçtan büsbütün etkilenmemektedir. Krizin Türkiye’yi teğet geçeceği sözü böylesi bir yapının farkında olarak mı söylenmiştir, hiç sanmıyoruz, ancak: Sanal ekonomiden reel ekonomiye geçmeyi başarmamız halinde, içinde  un ufak olma riski taşıdığımız büyük sistemden minumum etkileneceğiz. Peki bu nasıl yapılabilir? Öncelikle köylülerimizi yok etmeyerek yapılabilir. Çiftçilerin sayılarını azaltmayıp, tam tersi arttırarak; çiftçinin ürününü tüketiciye direk olarak ulaştırmasını kolaylaştırarak; onun önüne aşamayacağı engeller koymayarak, özetle: Sürdürebilirliğin mantığına akıl erdirerek yapılabilir.      

Türkiye aslında turizm ve tekstil sektörlerindeki çuvallamaları sayesinde sözünü ettiğimiz sürdürülebilirliğin farkına çoktan varmış olması gereken bir ülkedir. Zira ticari tarihi ibret verici örneklerle doludur. Çok değil 20 sene önce tekstil üreticilerinin marifetlerini arttırmak, üretim zincirinde, yaratıcılık ekseninde katma değer sağlamaya çalışmak yerine, hammadde üreticilerinin canını okumayı seçmeseydi, bu sektörde şimdi olduğu gibi biçare kalmayacaktı.  Turizm de bundan farklı değildir, ülkenin birbirinden güzel köşelerini arsa kapmak telaşıyla, uyduruk projelerle tarumar etmeseydik, şimdilerde çok farklı bir Turizm ülkesi segmanında yer alacaktık. Oralardaki küçük işletmeleri destekleseydik, onların verimliliğini arttırsaydık, ülkenin doğal güzelliğini korusaydık, Akdeniz’in sıradan bir hacim yönelimli turizm ülkesi olur muyduk? Hiç sanmıyoruz. Acaba hektarlarca ormanı yok etmeyip de bir değer olarak korusaydık, şimdi bu kadar korkar mıydık  küresel krizlerden? Kuşkusuz hayır. Kaynakları doğru bölüştürmek, üç beş işadamını zengin etmek yerine, sermayeyi tabana yaymayı ve sürdürebilmeyi becerseydi Türkiye, dış sistemden gelen her türlü darbeye karşı çok daha mukavim olacaktı.   

Bu iki sektördeki deneyimlerimizi şapkamızı önümüze koyup doğru biçimde değerlendirmemiz lazım. İçinde bulunduğumuz yüzyıl içinde sermaye hiyerarşileri yaratarak bir yere varamayacağımızı iyice bir anlamamız lazım. Aksi takdirde “coğrafi marifetimiz” sebebiyle bize sunulan armağana (ihtiyacı karşılayacak miktarda gıda  üretebilme potansiyeline) sahip çıkamayacağız.  Bir kez daha küçük üreticiyi yok ederek bir kez daha gerçek manada fakirleşeceğiz. Bütün yapmamız gereken basit bir karar vermek: Cansuyunu birkaç endüstriyaliste boca etmeyi bırakıp, ayakta kalmaya çalışan küçük işletmelere damlatmayı denemek. 

Hiç yorum yok:

İzleyiciler